« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

05 Oca

2015

SEYYİD AHMET ARVASİ DİYORDU Kİ:

EFENDİ BARUTCU 01 Ocak 1970

(Vefatının 26.Yıldönümünde Aziz Hocam S.Ahmet Arvasi’yi “Dua, Hürmet ve Rahmetle Hatırlayarak”)

“…” Asla unutmamak gerekir ki “yabancı ideolojiler” yabancı ve istilacı devletlerin fikir paravanalarıdır, milleti içten vuran sinsi tuzaklardır. Bunu bildiğim ve buna inandığım içindir ki, Türk Devletini bölme ve Türk milletini parçalama oyunlarına ve tertiplerine karşı durmayı, büyük bir namus ve vicdan borcu bilmekteyim. Hele, bir Doğu Anadolu çocuğu olarak doğduğum ve büyüdüğüm bölge etrafında döndürülmek istenen hain niyetlere kahpe tertiplere karşı, elbette kayıtsız kalamazdım. Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman – Türk Milleti ve onun devleti güçlü ise, İslam Dünyası da güçlüdür. Aksine bir durum varsa, bütün Türk Dünyası ile birlikte İslam dünyası da sömürgeleşmektedir. Galiba, bu durumu, en iyi idrak edenler de düşmanlarımızdır. Onun için, bütün İslam dünyasını esir almak isteyen “ şer kuvvetlerinin” ilk hedefi Türk Devleti ve Türk milleti olmuştur. Tarihten ibret almasını bilenler, bunu ayan beyan göreceklerdir. Durum, günümüzde de aynıdır. Onun için diyorum ki, Türk devletini yıkmak ve Türk milletin parçalamak isteyen bölücüler, yalnız Türklüğe değil İslam a da ihanet etmektedir.

Haçlı zihniyeti hiçbir zaman, Müslüman – Türk’ün Avrupa’daki ve Anadolu’daki varlığına tahammül edemedi.

Bütün maksatları Müslüman – Türk’ü Avrupa’dan ve Anadolu’dan atmak, kurduğumuz kültür ve medeniyeti çökertmek, zengin bereketli ve stratejik değeri yüksek olan vatanımızı paylaşmak, İslam Dünyası’nın başsız bırakarak sömürgeleştirmektir. Anadolu’da bin yıllık tarihi maceramız göstermektedir ki, Türk Devleti güçlü ve Türk milleti de birlik ise, yalnız biz değil, bütün İslam dünyası da barış, mutluluk ve huzur içindedir. Aksi bir durumda varsa, Türklük ile birlikte bütün İslam dünyası da perişandır. Birçok İslam büyüğünün de belirttiği üzere gerçekten de İslam a hizmet konusunda Ashab-ı Kiram’dan sonra Türkler, daima ön planda gelirler.

“Haçlı zihniyet” karşısında en büyük engel olarak daima Müslüman – Türk’ü bulmuştur. O, ne pahasına olursa olsun Türk’ün gelişmesini, güçlenmesini önlemek; Avrupa’daki ve Anadolu’daki varlığını yok etmek istemektedir. Bilhassa Orta-Doğu ya hâkim olmak isteyen muhtelif renkteki emperyalistler, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muzun kontrollerine alabilmek için, bitmez tükenmez bir gayretin içindedirler.

Doğu Anadolu’muzda uydurma bir Ermenistan sözde bir Kürdistan kurma planlarının ve hayallerinin arkasında hep bu düşmanca niyetler yatmaktadır. Nitekim Roma Katolik Kilisesi, daha 1787 yıllarında “Kürt dili Gramer” ve sözlüğünü” Garzoni’ye yazdırırken tamamen bir haçlı zihniyeti içinde hareket etmekte idi. 1879 yılında M. Auguste Jaba’nın hazırladığı “Kürtçe – Fransızca Sözlük” ise, bugün Ermenilere ve bölücülere kucak açan çevrelerin ta o zamanlara uzanan niyetlerini açığa vurmaktadır.

Dünya kamuoyunda, öyle bir hava estirilmektedir ki; sanki, bütün “Şark” bütün tarihi boyunca “Kürdistan” dır ve orada Türk’ten ayrı bir kavim olarak Kürtler yaşamaktadır.

Oysa Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muzun tarihi, içtimai ve harsi yapısı bütün tarih boyunca sık sık değişmiş, bu bölgemiz zaman içinde, çeşitli istilalara maruz kalmış ve nüfus yapısı itibarı ile büyük değişikliklere uğramıştır. Tarihten öğreniyoruz ki; bugünkü “Şark topraklarımız” da vaktiyle, Hurriler, Hititler, Urartular, Sakalar, Persler, Medler, Makedonyalılar, Müslüman Araplar ve Doğu Romalılar, uzun veya kısa süreli hâkimiyet kurmuşlardır. Hemen belirtelim ki bu tarih dönemleri içinde bu bölgemizde ne “Kürdistan” ne de “Kürt devleti” mevcuttur.

Kaldı ki, 1071 Malazgirt Zaferinden sonra bu bölgemiz de Türk akıncılara açılmış, yüzlerce Oğuz ve Türkmen Boyu, kitleler halinde bu topraklara gelmiş, bin yıldır kültür ve medeniyet mührünü köprülere, hanlara, hamamlara, kervansaraylara, medreselere, şifahanelere, camilere ve çinilere vurarak bu toprakları vatanlaştırmış ve sahibi olduğunu ispatlamıştır.

Bu zafer, bütün Türk – İslam kültür medeniyetine ve daha nice maddi ve manevi fetihlere beşik olacak mukaddes bir başlangıcın da besmelesi olmuştur.

Malazgirt Zaferi’nden sonra, bu bölgemizde yaşayan nüfusun Türklüğü üzerinde şüphe duymaya asla yer olmadığı gibi bu zafer ve Türk İstiklal Savaşı bu vatan toprakları üzerindeki, bütün münakaşaları, kesin olarak bitirmiştir. Şu anda, Erzincan’dan Van’a ve Hakkâri’ye kadar bütün kazılarda bitmez tükenmez tarzda topraktan Akkoyunlu ve Karakoyunlu heykelleri çıkmakta ve müzelere sığmamaktadır.

Şu husus açık olarak bilinmelidir ki Malazgirt Zaferi’nden sonra, “Şark”ın tarihi, içtimai, harsi yapısı ne kadar berrak ve aydınlık ise, Malazgirt Zaferinden önceki dönemlere gidildikçe o kadar müphem ve karanlıktır.

İşte düşmanlarımız ve onların maşaları olan “Bölücüler”, bu müphem ve karanlık noktalarda eşinme imkanı bulmakta ve kendi niyetlerine göre “Tarih Teorileri” geliştirmeye kalkışmaktadırlar. Daha sonra bunları birer ilmi araştırmaymışçasına piyasaya sürmekte ve sonra da bugünkü, Doğu ve Güney-Doğuda yaşayan vatandaşlarımızı uyduruk bir tarih zeminine oturtmaya çalışmaktadırlar.

Bölücü çevrelerle temas kuran, “Kürt Teali Cemiyeti”nin kurucuları arasında bulunan, “Kürtçülük cereyanının” bir numaralı savunucularından olan ve faaliyetlerine 1908 yıllarında başlayıp 1933 yıllarında Paris’te yayınladığı “La Question Kurde(Kürt Meselesi) adlı kitabı ile gerçekleri görmeye ve hatasını düzelmeye çalışan meşhur Dr. M. Şükrü Sekban adı geçen kitabında “Kürt adını verdiği insan topluluklarının TURANÎ olduklarını itiraf etmek zorunda kalmış ve bu konuda Alman araştırmacıların tezlerinin doğru olduğunu kabul etmiştir.

Bazı ilim adamlarının, bilhassa Macar kökenli olanlarına göre, “Kürt” bir Türk boyunun adıdır.

Yenisey’in beş kolundan biri olan Ulu-Kem Çayı’na soldan karışan Elegeş Suyunun sol kıyısında bulunan “Kürt El-Kan-ı Alp Urungu” anıtında Göktürk alfabesi ile yazılmış 12 satırlık kitabe şöyle demektedir: “Kürt El-Kan alp Urungı, altunlug keşigim bantım belde, Elim, tokuz kırk yaşım” evet bu kitabenin 8. Satırı böyle diyor. Yani: “Kürt ilhanı Alp Urungu’yum. Altunlu okluğumu bağladım belde, elim/devletim otuz dokuz yaşında öldüm.”

Öte yandan Hüseyin Namık Orkun Türk Tarihi adlı eserinde Macar âlimi Rasonyi’nin sözünü ettiği Türk asıllı “Boy”un varlıklarını asırlarca sürdürdüklerini bunların Selçuklularla akraba olduklarını savunur.

Orta Doğu da yaratılmak istenen “sun-i bir millet”e ad olarak verilen “Kürt” teriminin açıklanması bugüne kadar, bu meselelerin ideologları tarafından dahi mümkün olamamıştır. Dolayısı ile terimin açıklanması zoraki olmakta ve hiçbir ilmi hükme dayanmamaktadır.

Kürt adı altında toplanmak istenen cemaatler, tarihin derinliğinde kaybolmuş eski bazı kavimlere dayandırılmak istenmektedir. Dil bilginlerinden F. Rödiger ve A. E. Pott diller arasında yaptıkları karşılaştırma sonunda, Kürtçe adıyla yaratmak istedikleri dilin, Kalde kökenli olması ihtimalini reddettiler. Diğer yandan Asur salnamelerinde ne Kardu ne de Kürt kelimesine tesadüf edilmemektedir. Asurlar, bu isimde bir millet tanımıyor. Bu tarihi gerçek “Kürt” isminin, bir millet ismi olması nazariyesini tamamen çürütmektedir.

Arapça’ ya ise bu terim Türkçe’den girmiş olup; Türk’ün çoğulu etrak nasılsa Kürd’ün çoğulu ekrad da o şekilde alınmıştır. Kürd veya ekrad olarak Arap kaynaklarında görülen bu terim, en eski devirlerden itibaren, Araplarca “göçebe/konar-göçer” yerine kullanılmıştır. Bu husus açıkça Arap kaynaklarının yerleşik hayata geçmeyen Türkmenleri diğer Türk topluluklarından ayırt etmek için “Ekrad” adıyla belirttikleri ve bunun herhangi bir ırki anlamı olmadığını göstermektedir.

İlmi bir yaklaşımla meseleye, bir çözüm bulmak isteyenlerin ortaya koydukları husus, “ Kürt” teriminin bir ırk veya millet anlamını ifade etmediğini göstermektedir.

Bütün bu farklı ve çelişik tezler yetkili ilim ve fikir adamlarınca çökertilince, bu sefer “bölücü çevreler kendilerine yeni “bir tarih kökü” bulmak ümidi ile M.S. 10. Asırda yaşayan Mervanoğulları emirliğine tutunmak istemişlerdir. Ancak, bu küçük beyliğinde bir “Arap emirliği” olduğu anlaşılmıştır. Yine aynı çevreler M. s. 12. Ve 13. Asırlarda yaşayan Eyyubi Hanedanı’na sahip çıkmak istemişler ancak ilim adamları Eyyubi Devleti’nin ahalisi umumiyetler Arap ve idarecilerinin de Türk olduğunu ispatlamıştır. Nitekim Selahaddin Eyyubi’nin ağabeyinin adı da Turanşah’tır. Diğer kardeşlerinin de adları ise Tuğtekin ve Böri’dir. Selahaddin’in dayısının adı Şihabeddin Mahmut b. Tüküş idi. Selahaddin’in annesi özbeöz Türk’tür. Gene Selahaddin’in hanımlarından birisi olan Unar Bey kızı İsnatüddin Amine Türk’tür. İki eniştesi Türk’tür. Bunlardan birisi Uranoğlu Sadeddin Mesut diğeri ise Muzafferüddin Gökböri idi.

Türkler, Anadolu’ya geldikleri zaman, bu topraklarda ne bir Ermeni, ne de bir Kürt Devleti vardı. Anadolu’yu güya Bizans kontrol ediyordu. O Anadolu ki kırları bomboş, köy ve kasabaları harap ve terk edilmiş, sadece etrafı hisarlarla çevrilmiş şehirlerinde nüfus barındırabilen, eşkıya ve soyguncuların kol gezdiği sahipsiz bir coğrafya parçası durumunda idi.

Türkler, Anadolu’ya geldikleri zaman, müstahkem surlarla çevrili küçük şehirlerde yaşayan az bir nüfus ile dağlarda ve yaylaklarda korku içinde dolaşan insan toplulukları bulmuştu ve bunlardan hiçbir mukavemet de görmemişti.

İşte, XI. Asırda, Malazgirt Zaferi’nden sonra Türkmen, Oğuz ve Avşar boyları bu toplulukların arasına akın akın girmeye ve yerleşmeye başladılar; mukavemet görmek şöyle dursun, bu topluluklara güven ve huzur getirdiler.

Unutmamak gerekir ki biz Anadolu’yu “vatan” edindiğimiz zaman, bugün mevcut olan birçok devlet milletin adı ve sanı yoktu.

Düşünün, biz Anadolu’yu fethettiğimiz zaman Rusya diye bir devlet yoktu. Henüz Avrupa’da milletler ve bugünkü devletler teşekkül etmemiş, halk toplulukları “senyörlerin” tahakkümü altında inliyordu. Bırakın 1071 Malazgirt Zaferini biz Türkler, İstanbul’u fethedip çağ kapatıp çağ açarken henüz Amerika diye bir kıt’anın varlığı bile bilinmiyordu.

Basra ve İskenderun körfezlerine yakınlığı ve diğer sebeplerden dolayı, Orta-Doğu bölgeye hâkim olmak isteyen büyük serdarların ve fatihlerin iştihasını çekmiştir.

Bu bölge, çeşitli kültür ve medeniyetlerin sürtüşme sahası olmaktan bir türlü kurtulamamıştır. Yani, çeşitli dinlerin, dillerin ve kültürlerin baskısı altında, yer yer ezilen bu bölgemiz itiraf edelim ki, tam bir kültür emperyalizmine maruz kalmıştır. Bölgenin coğrafi ve belli otlak ve yaylaklarda, konar – göçer topluluklar halinde dolaşan aşiret yapısı içinde, bazı gruplar kendi “ öz değerlerine” yabancılaşmış, birbirinden kopuk küçük “inanç” ve “ağız” grupçukları teşekkül etmiştir. Bilhassa şehirlerden ve kültür merkezlerinden uzak kalmış coğrafya parçalarında bu problem daha da büyümüştür.

Öte yandan Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muz çok güçlü, iki kültürle komşudur. Bunlar, fars ve Arap kültürleridir. İtiraf edelim ki, çok iyi işlenmiş ve geliştirilmiş olan bu kültürler, Türk kültürünün maddi ve manevi destekten mahrum kaldığı yörelerde çok etkili olmakta, milli kültürümüz yer yer yenik düşmektedir.

Gerçekten de milli kültür merkezlerimize uzak düşmüş ve kapalı havza durumunda bulunan yörelerde, bazı gruplar Farsça ya bazıları da Arapça’ ya benzer ve birçok kelimesi Türkçe olan bir “ağız” konuşmaktadırlar.

Bazı çevreler Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muzda yaşayan herkesi, sanki bütün tarih boyunca hep “Kürtçe” konuşan kimseler gibi göstermeye çalışıyorlar.

Eğer, emperyalistlerin ve bölücülerin iddia ettikleri gibi bu bölgemizde 5000 yıldan beri yaşayan “Kürt” diye bir kavim ve “Kürtçe” konuşan bir cemiyet bulunsa idi, mutlaka, onlardan kalma bazı tarihi izler ve belgeler bulunacaktı. Oysa böyle bir şey yoktur ve iddialar havada kalmaktadır.

Bugün, Doğu ve Güney-doğu’da yaşayan ve büyük çoğunluğu Türkçe’ den başka bir dil bilmeyen milyonlarca Türk çocuğunu sırf “Şarklı”dır diye bir kalemde “Ari” ırkı içinde mütalaa etmek, asla mümkün değildir.

Van eski milletvekili İbrahim Arvas Bey, hatıralarında:
-“Bendeniz Şemdinan Kaymakamı iken Gerdi Aşireti Reisi Oğuz Bey e sordum:
-Bu ad Türk adıdır. Sana nereden gelmiş?
Cevaben dedi ki:
- Bendeniz yirmi birinci Oğuz’um. Bizdeki anane; baba kendi evlatlarına kendi babasının ismini verir ve böylece, müteselsilen devam eder.
Maalesef oğuz Bey Türkçe bilmiyordu. Amcası kılıç bey de öyle… Ve Koçbeyi Aşireti reisi Mehmet Emin de böyle idi.”

Bugün yer yer Doğu ve Güney-doğu Anadolu’muzun dağlık ve çok defa kapalı havzalarında konuşulan Kürtçe adı yakıştırılan “ağız” öyle bir halitadır ki, bunun “yapısına”,”gramerine”, “sentaksı” ve “kelimelerine” bakarak onu, belli bir dil grubuna sokamazsınız. Bir bakıyorsunuz, sentaksı Türkçe kelimeleri farsça ve Arapça olan cümlelerin yanında, sentaksı Farsça, kelimeleri Türkçe ve Arapça ve Farsça olan cümleler kullanılmaktadır. Yine, bir bakıyorsunuz “Kürtçe” denen ağızda ancak bir Orta-Asya Türk’ünün kullanabileceği kelimelerin yanında farsça ve Arapça kelimeler bulunuyor. Herkes işine geldiği gibi birkaç örnek göstererek bu ağzı, müstakil bir dil gibi itibar ederek uygun bir “dil grubuna” sokabilmektedir.

Bu konuda daha geniş bilgiye sahip olmak isteyenler Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’un “Kurmançi ve Zaza Türkçeleri üzerine bir Araştırma” adlı eserine müracaat edebilirler.

Kısaca, bugün “Siyasi Kürtçülük” yaparak emperyalizmin emellerine alet olan çevrelerin, asla ilmi bir dayanakları yoktur.

1980den önce iç siyaset âlemimizde bazı partililer ve başta Marksistler olmak üzere bazı ideolojiler, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muzda müsait bir eşinme zemini bulabilmekte idiler.

Bir taraftan oy avcıları, bir taraftan vatan bölücüleri, bir taraftan da yabancı ajanlar, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muzun dert ve meselelerini alabildiğine sömürmüşlerdir. Gerilik ve sefalet edebiyatı ile geniş halk kitlelerini istismara yöneltmişlerdir. Azınlık ırkçılığı şuuru ile etnik gruplar ihdas edip aziz vatanımızı bilmem kaç devletçiğe bölmek istemişlerdir.

Gerçekten de 12 Eylül 1980’den önceki politik ve ideolojik çatışmalar rotasından çıkmış, ülkemiz bütünü ile huzursuzluk ortamına yuvarlanmış, sarsıntı bilhassa Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muzda vahim boyutlara ulaştırılmıştı. Demokrasi ve özgürlük adına apaçık bölücülük yapılmış, bu maksatla kurulan açık ve gizli örgütler dış mihraklar ile de işbirliği yaparak bölücü mitingler ve toplantılar yapmıştır.

Artık, herkes görmektedir ki, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muz, milletlerarası rekabetlerin ve ihtirasların bir atlama taşı yapılmak istenmektedir. Çeşitli emperyalist güçler, stratejik değeri çok yüksek olan bu bölgemizde ufak da olsa bir tutunma noktası aramaktadırlar. Bu sebepten birçokları “bölücü akımları” ya destekleyerek veya bizzat organize ederek sahayı kontrol etmek istemektedirler. Bunlar, bilhassa son iki asırdan beri, en küçük “ağız” ve “inanç” farklarını dahi istismar etmekte, ilmi ve akademik çalışmalar maskesi altında, tarihi saptırmak cihetine gitmekte; cemiyetteki en küçük çelişmeleri, çarpıklıkları ve çatışmaları abartarak istediği mecralara doğru yönlendirmek istemekte; iç savaşlara zemin hazırlamakta, vatan çocuklarını kendi öz devleti aleyhinde şartlandırmak üzere şu veya bu ülkede eğitime tabi tutmakta, yurt dışında gerilla kampları kurarak silahlı çeteler oluşturmakta ve bunları mukaddes vatanımızın hassas bölgelerine sızdırmakta, para vermekte, beynelmilel platformlarda savunabilmektedirler.

ŞİMDİ, BİZ, YALNIZ PROPAGANDA İLE YETİNMEYEN, VATAN ÇOCUKLARINI, ÇEŞİTLİ TERTİP VE OYUNLARLA KANDIRIP SİLAHLANDIRAN, İÇ SAVAŞLARA VE SİLAHLA EŞKİYALIĞA İTEN KAHPE BİR CEPHE İLE KARŞI KARŞIYAYIZ. ERMENİ VE BÖLÜCÜ TERÖRİSTLERİ, AÇIKÇA HİMAYE EDEN, AKAN TÜRK KANINA ALDIRMAYAN; TÜRK’ÜN VE İSLAM’IN GÖZYAŞLARINI SADİSTÇE BİR ZEVKLE SEYREDEN, KANCIKÇA OYUNLAR TERTİBEDEN DÜŞMANLARIMIZ, ARTIK APAÇIK ORTADADIR. VATAN ÇOCUKLARINI; ŞU VEYA BU ŞEKİLDE KANRIRARAK GERİLLA EĞİTİMİNE TABİ TUTAN, İHANET İÇİN ŞARTLANDIRAN BU ÇEVRELERİN VE ONLARA ALET OLAN SÖZDE HÜKÜMETLERİN FAALİYETLERİNİ ARTIK GÖRMEMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR. DÜŞMANLARIMIZ, ARTIK AÇIKÇA VE PERVASIZCA SALDIRMAKTADIRLAR.

EVET, BAZI AHMAK POLİTİKACILAR, BAZI GAFİL YAZAR VE ÇİZERLER, ALDATILMIŞ PİYONLAR, BASİRETSİZ İDEOLOGLAR, MİLLİ VE MUKADDES DEĞERLERE YABANCILAŞMIŞ KADROLAR, AJANLAR, ÇEŞİTLİ TÜRDEKİ AZINLIK IRKÇILARI, YABANCI UZMANLAR, MİSYONERLER, BARIŞ GÖNÜLLÜLERİ... EL ELE VEREREK ÜLKEMİZİ FELAKETE SÜRÜKLEMEK İSTEMEKTEDİRLER.

ÇARELER

Bugün birlikte yaşadığımız ve aynı kaderi paylaştığımız kendi insanımıza, “dün de beraberdik” şuurunu, gerçeklere dayanarak vermek, yarınki beraberliğimizi “ortak tarih kökü” üzerinde oturtmak bu suretle “tarihte bütünleşmek” gerekmektedir.

Türk devleti, “milli eğitimini, milli savunmasını çok önemli bir kaynağı ve dayanağı” olduğunu kabul etmeli, buna göre planlamalıdır. Okullar, basın yayın, radyo ve televizyon güzel sanat faaliyetleri ile Türk milletinin karakterine uygun spor faaliyetlerini ile destekleyen bir “milli yoğrulma”yı gerçekleştirici programlara destek olmalıdırlar.

Türk çocukları ve gençleri, bütün vatan sathında istidat ve kabiliyetlerine göre en başarılı biçimde verimli kılınmalı, onları, içtimai, harsi, iktisadi hayatımızın ve siyasi bütünlüğümüzün başarılı birer elemanı haline getirilmelidir.

Genç nesiller büyük bir idealizm Türk – İslam kültür ve medeniyetini yeniden yoğurucu ve Türk – İslam rönesansını gerçekleştirici bir ümit ve heyecana kavuşturulmalıdır.

Asla unutmamak gerekir ki, İslam dini, Türk’ün bütünleşmesinde rol oynayan ve oynayacak olan en önemli amillerin başında gelmektedir. Bu sebepten Türk Devleti kanunlar içinde kalarak İslam dininin yanlış anlatılmasına, saptırılmasına ve istismar edilmesine asla fırsat vermemelidir. Din eğitim ve öğretimini kendi denetim altında yaptırmalı İslam’ın dosdoğru öğretilmesine ve yaşanmasına samimiyetle ve ciddiyetle yardımcı olmalı ve bu konuda mutlaka milli vicdanı tatmin etmelidir.

Dinin ferdin hayatında oynadığı rol asla unutulmamalı, materyalist, hedonist, nihilist, uyuşturucu madde düşkünü ve serseri bir gençliğin doğmaması için, İslam iman ve ahlakının berrak ve temiz kaynaklarından istifade edilmelidir. Ülkemizde anarşist ve terörist bir nesil ve kadro oluşturmak isteyen çevreler, her şeyden önce insanların mukaddes duygularını yıkmak isterler. Dinsiz ve milliyetsiz bırakılmak istenen nesiller, çok kolayca yabancı emellerin kuklaları haline gelirler.

Devlet, kanunlara ve nizamlara uyarak mutlaka din eğitim ve öğretimine yakın ilgi duymalı, bu işin yer altına kaymasına ve ehliyetsiz ellere düşmesine fırsat vermemek üzere, bu eğitim ve öğretim sahasını, ciddi samimi, milli vicdanı tatmin edici bir palana ve programa bağlamalıdır. Din eğitim ve öğretiminin ihmal edildiği, ciddiye alınmadığı ve yasaklandığı bir vasatta, din yer altına çekilir ve istenmeyen gelişmelere kaynak olur; dini birlik ve insicam bozulur: farklı ve gizli “din grupları” ve “akımları” teşekkül ederek bölümlere ve dağılmalara sebep olur.

Bölücünün maksadı, her halükarda halk ile devletin, gruplar ile grupların arasını açmaktır. “Bölgeci”, bölgeler arası çatışmaları sever ve her fırsatta bu çatışmayı besleyen tohumları eker.

Türk’ü Türk’e, Doğuyu Batıya, bağlayacak, Kuzeyi Güneyin, Güneyi Kuzeyin üstüne katlayacak sanatkârlarımız, aydınlarımız, şairlerimiz, ediplerimiz, ressamlarımız, nakkaşlarımız, musikişinaslarımız nerede? Devlet, bunları bulmalı ve vazifelendirmelidir. Tiyatrolarımız, sinemamız, radyo ve televizyonumuz, mekteplerimiz ve üniversitelerimiz bu işe cidden gönül vermeli, gerçek Türk – İslam rönesansına mutlaka ulaşmalıyız.

Bilindiği gibi, Batı Medeniyeti, Greko-Latin kültürü ve Hıristiyanlık din ve ahlakının bir terkibi üzerine kuruludur. Evet, bizim de kendimize mahsus, orijinal bir kültür ve medeniyetimiz vardır. İsmi Türk- İslam medeniyetidir. Bu terkibe sahip çıkmak, bunu korumak ve geliştirmek bizim boynumuzun borcudur.

Bir tarihi müşahede olarak belirtelim ki, ülkemizde, müşfik ve adil bir devlet otoritesi ne kadar güçlenirse; ağa, bey ve eşraf baskısı o kadar azalır; aksine bir durum varsa, “Toplum Liderleri”nin de baskı ve otoritesi artar. Bir sosyoloji kanunu halinde belirtelim ki, bir yerde “devlet” kendinin, hizmetleri ve otoritesi ile hissettirmezse, orada küçük de olsa, kendiliğinden başka otoriteler teşekkül eder. Çünkü toplumlar, otoritesiz yaşayamazlar.

Öyle anlaşılıyor ki, bir devlet, müşfik, adil ve güçlü otoritesini götüremediği havzaları, ister istemez, oradaki, “toplum liderlerinin insafına” bırakmış demektir. Bu durumda, iş, o çevrede bulunan toplum liderlerinin şahsiyetine, mizacına, kültürüne ve vicdanına kalmıştır.

Görünen odur ki, “yatay” ve “düşey” içtimai hareketlilikler arttıkça, birçok problemimizin kendiliğinden çözüleceğini ve fakat bu sefer başka türden yeni problemlerin ortaya çıkacağını göreceğiz.

Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muz da rastladığımız, birçok meselemiz birer “içtimai problem” olarak ele alınmalı, çok faktörlü bir inceleme ve araştırma ile gün yüzüne çıkarılmalıdır. Bütün mesele bu gibi problemlere kaynak olan zemini asla fevri ve acele kararlara gitmeden, sabırla ve akılla ıslah etmektedir.

Dünün, toplumu birbirine bağlayan örf ve adetleri sarsılmakta dolayısı ile “kanun hâkimiyeti” ihtiyacı çoğalmaktadır. Dünün tabii geleneğe bağlı dayanışması yıkılmakta, fertler “içtimai yalnızlık” çekmekte, dolayısı ile “içtimai güvenlik” azalmaktadır. Kısacası, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muzda “kapalı toplum” yapısı çözülmekte, daha açık bir toplum hayatı doğmakta, geleneğe dayalı otoriteler yıkıldıkça veya azaldıkça “devlete olan ihtiyaç” artmakta, yani yeniden ve devletin öncülüğünde teşkilatlanmak ihtiyacı giderek büyümektedir.

Şu husus, kesin olarak bilinmelidir ki, devletin içtimai, harsi, iktisadi, idari, adli ve inzibati güçlerin ulaşamadığı vatan köşelerinde derhal bu fonksiyonları yerine getirmek üzere “küçük devletçikler” teşekkül etmeye başlar.

Bu durumda yapılacak iş bellidir, oraya bütün hizmet ve haşmeti ile devleti götürmek. Gerçekten de ehliyetli kadrolar eliyle devletin müşfik, merhametli, adil ve şuurlu otoritesinin girdiği yerde artık başka otoriteler boy göstermez.

Üstelik akıllı bir devlet kadrosu, kendi otoritesini kurarken, mahalli şartlara da gerekli önem verir.

Devletler içinde bulundukları zamana ve şartlara göre tedbirler geliştirebilir ve tatbik edebilirler.

Şöyle ki, bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muzda, yoğun içtimai temaslar, hızlı sanayileşme ve şehirleşme sebebi ile bütün yapı süratle değişmektedir. Görebildiğimiz kadarı ile aşiretler çözülmekte, köylerde yaşayan nüfus şehirlere akmakta, büyük sanayi merkezlerine doğru büyük bir halk kitleleri kayıp gitmekte, tahsil seviyesi yükselmekte, içtimai hareketlilik, ufki ve şakuli biçimleri ile hızlanmaktadır. Dünün aşiret reisleri, beyleri, ağaları, şeyhleri eski otoritelerin kaybetmekte yerlerine ağır ağır da olsa devlet otoritesi geçmektedir.

Dünün, toplumu birbirine bağlayan örf, adetleri sarsılmakta, dolayısı ile “kanun hakimiyeti” ihtiyacı çoğalmaktadır. Yine, dünün tabii ve geleneğe bağlı dayanışması yıkılmakta, fertler “içtimai yalnızlık” çekmekte, dolayısı ile içtimai emniyet azalmaktadır. Tabii dayanışma kalıpları, kırılınca yeniden teşkilatlanma ihtiyacı çoğalmaktadır.

Geleneğe dayalı otoriteler zayıfladıkça “ devlete olan ihtiyaç” artmakta, içtimai değişme hızlandıkça yeni dertler ve problemler doğmakta yeniden ve bu sefer devletin öncülüğünde teşkilatlanmak ihtiyacı giderek büyümektedir.

Geleneğe bağlı otoriteler zayıflayıp yerine adil, müşfik, becerikli, başarılı ve toplumu tatmin edici bir devlet otoritesi kurulmazsa, bölge anarşi yuvasına döner.

Bütün “Şark” şimdi “kapalı toplum” yapısından “açık toplum” yapısına geçerken, dağılan aşiretler kendilerini toplayıcı adil ve güçlü bir devlet otoritesi ararken, devletimiz bütün toplumu her cephesi ile kavrayan bir hizmet ve teşkilatlanma işini başaramazsa, saha içinde çıkılmaz bir bataklığa dönüşebilir.

Mahalli idarelere önem vermekle birlikte, asla merkezi hükümet otoritesi zedelenmemelidir. Bilinmelidir ki, Türk milleti, bütün tarih boyunca tek millet, tek devlet, tek bayrak ve tek lider şuurunu korudukça, sağlam ve güçlü bir cemiyet teşkil edebilmiştir. Aksi halde, merkezi otoritenin sarsılması ile kolayca dağılmıştır. Bizim bu cemiyet yapımız bilinerek adım atılmalıdır, bu konuda asla yabancılara özenmemelidir.

Tarihten öğreniyoruz ki, Türk milleti daima, “merkezi otoritenin” güçlü olmasını ister. Vakıalar göstermiştir ki, Türkiye’mizde merkezi otorite zayıfladıkça, ülkenin idaresi zorlaşmıştır. Türk tarihinin ciddiyetle inceleyenler, bu tezimize hak vereceklerdir. Türk milleti, bir taraftan geniş hürriyet zemini açacak ferdi dehaya ve şahsiyetlere imkân hazırlayıp diğer taraftan da “Ordu – Millet” karakterini korudukça çok güçlü devletler kurmuştur.

Mümkün mertebe “kapalı havza evlenmeler” yerine, bütün vatanı üst üste katlayıcı bir “evlenme politikası” teşvik edilmelidir.

Vali ve kaymakamları bölgenin ve mahallin özelliklerine göre seçmek, mümkünse onları, mahallin muhtaç olduğu ihtisas dallarına göre tespit etmek, belki bu şehrin valisi ziraatçı, bu şehrin valisi maden mühendisi, şu ilçenin kaymakamı veteriner olmalıdır. Önemli olan, çevreye başarılı hizmet götürebilecek kadroları sevk edebilmektir.

Ülkemizin hassas bölgelerinde çalışacak kadroların gerçekten de tecrübeli ve ehliyetli olması gerekmektedir. Bütün mesele, yaraları kanatmadan, halkın ve kitlenin psikolojisini bilerek, örf ve adetleri zedelemeden problemlere çare aramaktan ibarettir. Problemleri ihtilat doğurmadan büyütmeden, saptırmadan çözmek esastır.

Bölge insanı, Türk Milleti ve Türk Devleti ile tam bir iktisadi bütünleşmeye götürülmeli, halkımız, kendi devletine minnet ve şükran duyguları ile bağlanmalıdır ki, başka bir komplekse kapılmasın ve devletin sevsin ve yabancı propagandalara aldırmasın.

Ercişli Emrah, din ve dil âlimi Vankulu Mehmed, büyük müfessir, din âlimi ve Türkçü Vani Mehmed Efendi, sosyolog ve mütefekkir Zİya Gökalp, şair ve yazar Süleyman Nazif, büyük araştırmacı ve âlim Ali Emiri olmak üzere nice Şarklı aydını göstererek halka moral vermek gerekir.

Seyyid İdris-i Bitlisi, Akbıyık Mehmed gibi misaller vererek bu bölge halkının Türk Devleti’ne bağlılığı pekiştirilmelidir.

Her milletin siyasi sistemini ve karakterini, o milleti tarihi, coğrafyası, iktisadi, içtimai ve harsi yapısı tayin eder. Milletler birbirlerinin tecrübelerinden faydalanmakla birlikte, bir diğerinin Anayasası’nı ve sistemin kopya edemezler. Çünkü anayasaların “milli” karakteri ihmal edilemez.

Türkiye’de siyasi mezhep çatışmalarını, bölgeciliği ve sınıf kavgalarını körükleyici bir particilik anlayışına asla izin verilmemelidir.

Devlet de, hükümetler de herhangi bir sınıf ve zümreye mal edilmemeli, her iki müessese de “milli olmak” üzere karakterini korumalıdır. Her milletin idare şeklini; onun tarihi, içtimai yapısı ve milli iradesi tayin eder.

Öte yandan, İslam dini kesin olarak “dinde partilere ayrılmayı” yasaklamıştır. “Dinlerini bölüm bölük edip fırka fırka olanlarla senin hiçbir alakan yoktur(En-Necm Suresi ayet:25).

Düşmanlarımız, Orta Doğu’da kalkınmış, sanayileşmesini tamamlamış, milli bütünlüğü ve birliğini pekiştirmiş şahsiyetli ve güçlü bir Türk Devleti istememektedirler. Onlar biliyorlar ki, Türk Devleti güçlenir ve Türk milleti bütünleşip ayağa kalkarsa bütün Orta Doğu bütün İslam ülkeleri ve hatta bütün Türklük dünyası, tam ve yarı sömürge olmaktan kurtulacaklardır.

Türk devleti, akıllı bir diplomasi ile mümkün mertebe kendini çatışmaların dışında tutmalı, çeşitli yönlerden gelen ve gelecek olan tahriklere karşı haysiyetli ve fakat temkinli tepkiler göstermelidir.

Öte yandan, uzun vadeli planlar ve programlar yapan, şuurlu bir “hariciye” kurulmalı, Türk’ün dünü, bugünü veya yarını ile çeşitli açılardan hedefleri, en iyi şekilde billurlaştırılmalıdır.

Güçlü ve başarılı bir Türk istihbarat teşkilatı kurularak tehlikeler ve tehditlere önceden haber alınmalı, muasır savaşların gerektirdiği teşkilata ve devrimlere, vasıta ve tekniklere kavuşturulmalıdır.

Muasır savaşlar da tıpkı klasik savaşlar gibi, sadece “savunma” üzerine kurulamaz, bu savaşların da “taarruz” plan ve programları vardır. Ve çok akıllıca hazırlanmalıdır. Ve zafer taarruzla elde edilir

Bütün komşuları ile bilhassa İslam ülkeleri ile münasebetlerini, tarihi hüviyetine ve görevine layık bir biçimde yürütmeli ve buradaki iktisadi, içtimai ve stratejik potansiyelden istifade etmelidir.

Anlaşılıyor ki geri kalmışlık bir bölgenin değil, topyekûn Anadolu’muzun kötü damgası idi. Ülkemizin geri kalmışlığı söz konusu idi. Kalkınma bir parça meselesi değil, bir “bütün” meselesi idi. Evet, ülkemizin her tarafı, aynı derecede kalkınamamıştı, ama bu bir bölge meselesi yapılmayacak ölçüde girift bir durumdu.

Herkes bilmelidir ki, “kalkınma umumidir” ve herkesin faydasınadır. Bu konuda önemli bir nokta da bizzat bölge halkının kendi kalkınmasını sağlayabilecek bir seviyede şuurlandırılması ve teşkilatlandırılmasıdır. Bu konuda devletin öncülüğü ve rehberliği esastır.

Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusu ile;

1) Tarihi bütünleşmeyi,
2) Harsi(kültürel) bütünleşmeyi
3) İçtimai(sosyal) bütünleşmeyi
4) Coğrafi bütünleşmeyi,
5) İktisadi bütünleşmeyi
6) Ruhi bütünleşmeyi,
7) İdari bütünleşmeyi
8) Siyasi bütünleşmeyi sağlamak ve bu bütünleştirmeleri zorlaştıran ve engelleyen amilleri bertaraf etmek; etkisiz kılmak veya zararlarını en aza indirmek; bütün vatanımızla birlikte Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muzu “çok faktörlü” yoğruluşa tabi tutmak… Ve bütün bu iller için kısa ve uzun vadeli planlar hazırlamak.

Bütün bunlar için, manevi güç, iman, aşk, ahlak, irade lazımdır; bilinmelidir ki, büyük bir imana ve aşka sahip olunmadan hiçbir şey yapılamaz.

“Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın. Parçalanıp ayrılmayınız. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün(Al-i İmran/103).”

FAYDANILAN KAYNAKLAR

1) S.Ahmet Arvasi; Doğu Anadolu Gerçeği, 2008, Bilgeoğuz Yayınevi, İstanbul
2) S.Ahmet Arvasi; Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, 2009, Bilgeoğuz Yayınevi, İstanbul
3) S.Ahmet Arvasi; Türk İslam Ülküsü I-II-III, 2013, Bilgeoğuz Yayınevi, İstanbul
4) B.Ögel, H.D. Yıldız, M.Eröz, F.Kırzıoğlu, B. Kodaman, A.Çay; Türk Milli Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu; 1985; Ankara.
5) M. Şükrü Sekban; Kürt Meselesi, 1979, Ankara(sayfa 17 v.d.)
6) H. Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Cilt I, 1940, İstanbul, s. 13, 179, 185
7) L. Rasonyi, Tarihte Türklük, 1971, Ankara, s.114,121
8) M. Eröz; Doğu Anadolu’nun Türlüğü, 1975, İstanbul, s. 12-13
9) H.Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları Cilt III, 1940,Ankara, s.226-227
10) M. Fahrettin Kırzıoğlu, Türklerin Kökü, 1963, Ankara, s.12
11) İbrahim Arvas, Tarihi Hakikatler, Ankara, 1964, s. 20-21
12) Tuncer Gülensoy; Kurmançi ve Zaza Türkçeleri Üzerine Bir Araştırma – İnceleme ve Sözlük, Ankara, 1983
13) Edip Yavuz, Doğu Anadolu’da Dil Onomastik İlişkileri Üzerine Bir Deneme, Ankara, 1983

Ziyaret -> Toplam : 125,28 M - Bugn : 35346

ulkucudunya@ulkucudunya.com