Duvardaki silah: Japonya
Mehmet Kancı 01 Ocak 1970
2021 yılının Eylül ayında ABD-İngiltere-Avustralya üçlüsünü bir araya getiren AUKUS ittifakının teşkil edilmesinden bu yana, Asya-Pasifik bölgesini güncel jeopolitik mücadelenin merkezi haline getirmeye yönelik adımlar birbirini izliyor. Japonya, AUKUS İttifakı zincirine eklemlenmesi hedeflenen yeni halka ve bu yolda kritik bir eşik geçen hafta geçildi.
Japonya’nın geçen hafta ilan edilen yeni “Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi” yalnızca beş yıllık savunma bütçesinin 315 milyar dolara yükselmesiyle dikkat çekmiyor. Belgede, Çin Halk Cumhuriyeti, Kuzey Kore ve Rusya farklı derecelerde açık ve yakın tehditler olarak sıralanıyor.
Bu belge, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından inşa edilen Japonya paradigmasının bitişini ve yeni bir paradigmanın doğumunu ilan ediyor. Ancak Almanya’dan farklı olarak Japonya, ABD’ye rağmen değil, bilakis ABD desteğiyle bu paradigma değişimini gerçekleştirdi.
Japonya’nın pozisyonunu değiştiren sürecin 30 yıllık bir geçmişi var. 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’ndan itibaren “insani yardım” operasyonlarına katılmaya başlayan Japon donanması, ada karasuları ile sınırları bir savunma gücü olmaktan çıkıp küresel görevlere soyunmaya başlamıştı. Bu süreç Japonya’daki hükümetlerin hayata geçirdikleri, ABD denetimindeki anayasa değişiklikleri ile desteklendi.
Bu gidişat “kruvazör” adı altında Japon donanmasına katılan ve Amerikan F-35 uçaklarının konuşlandırılmasıyla fiilen uçak gemilerine dönüştürülen Izumo sınıfı donanma gemileri ile ete kemiğe büründü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında uçak gemisi sahibi olması yasaklanan Japonya böylece, ABD’nin onayıyla uluslararası anlaşmaların arkasından dolanarak savunma gücünden, saldırı gücüne dönüşme yolunda önemli bir aşamayı da geçmiş oldu.
Japonya her ne kadar ABD ile yakın bir işbirliği ile ilerlese de ortak savaş uçağı geliştirme projesinde ABD savunma şirketleri yerine İngiltere-İtalya ikilisi ile işbirliğini tercih etmesi, yakın gelecekte Tokyo yönetimlerinin savunma politikalarında yönelebilecekleri özerkliğe ilişkin çabaların ilk adımı olarak not edilmeli.
Japonya’nın militarist geçmişi, popüler kültürün etkisiyle, pek çok kişi için İkinci Dünya Savaşı ve hemen öncesine dayanıyormuş gibi görünse de sürecin köklerine inmek için 19’uncu yüzyılın son çeyreğindeki “Meiji Restorasyonu” dönemini ve onu takip eden 1894-1895 Birinci Çin Japon Savaşı ile 1904-1905 Rus-Japon Savaşı’na yakından bakmak gerekir. Her iki savaş Japonya’nın emperyal bir ülke olma hedefini destekleyen, topraklarının genişlemesiyle sonuçlanan çatışmalardı.
1904’teki Port Arthur ve 1905’teki Tsushima deniz muharebeleri, ordusu çağın teknolojisini yakalamış bir Japonya’nın ne kadar tehlikeli olabileceğini ispat etmişti. Bu muharebelerde Rus Çarlığı yalnızca Pasifik filosunu değil, Port Arthur’da yediği darbeden sonra Baltık Denizi’nden bölgeye gönderdiği filosunu da yitirmişti. Kazandığı zafer Japonya’nın küresel itibarını yükseltmekle kalmamış, Kore Yarımadası’nı ve Sahalin Adaları’nı kendi nüfuz bölgesine dahil etmişti.
Rusya ile Japonya arasında Sahalin Adaları meselesi bugün hala güncel bir diplomatik ve askeri gerilim konusu olmaya devam etmektedir. Japonya karşısında alınan mağlubiyet Çar II. Nikola’nın itibarını derinden sarsarken, Bolşevik Devrimi’ne giden yolun önemli bir köşe taşı olmuştur.
Japon ordusunun ve özellikle donanmasının kabiliyetleri İngiltere ve Fransa’nın da dikkatinden kaçmamıştı. Nitekim Birinci Dünya Savaşı başladığında Japonya hızla İtilaf Devletleri safına dahil oldu. 23 Ağustos 1914’te savaşa giren Japonya, Almanya’nın kontrolündeki Mariana ve Marshall Adaları’nı ele geçirdi. Uzakdoğu’da Almanya’nın elindeki en stratejik liman Pekin’in güneyinde Kore Yarımadası’nın batı kıyılarına bakan Çingdao limanıydı. Japon donanması ve ordusu buradaki 4 bin kişilik Alman garnizonunu kuşatma altına alarak 7 Kasım 1914’te teslime zorladı.
İngiltere’nin talebi üzerine Japon donanması Hint Okyanusu’ndaki Alman savaş ve ticari gemilerinin takibini de üstlendi. Henüz savaşın birinci yılı dolmadan Japonya, Hint-Pasifik bölgesinde Almanya için savaşı noktalamış, Almanya’nın bu bölgelerden hammadde elde etme imkanını ortadan kaldırmıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndaki bu operasyonel faaliyetleri Japon ordusunun İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında bölgedeki hızlı ilerlemesinin de altyapısını oluşturacaktı.
Peki ordusu fırsat bulduğu anda çok yüksek muharebe kabiliyetine erişme imkanı bulan Japonya’nın yeniden bir saldırı gücü haline gelmesine neden göz yumuluyor? ABD, bugün desteklediği bu gücü kontrol altında tutabilecek mi? Genç nüfus sorunu olan Japonya’nın, silahlı kuvvetlerinde bu sorunu teknoloji ile dengelemesi mümkün mü? Japonya’nın yeni “Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi” ile kendisine çizdiği rotayı bu sorularla irdelemek gerekir.
Rus oyun ve öykü yazarı Anton Çehov’un işaret ettiği şekilde, oyunun ilk perdesinde duvarda asılı bir tüfek varsa, bu tüfek oyunun ikinci ya da üçüncü perdesinde mutlaka patlayacaktır. Japonya’nın askeri tarihi onu tam da Çehov’un tarif ettiği “duvardaki tüfek” yapıyor. Böyle bir tüfeğin Asya-Pasifik bölgesinde ABD tarafından sahneye konan oyunun ilerleyen aşamalarında patlamamasını düşünmek mümkün mü? Ama birleşik Almanya’nın ilk Şansölyesi ve 19’uncu yüzyılda Avrupa’nın yetiştirdiği büyük devlet adamı Otto von Bismarck’ın şu sözünü unutmayalım:
“Tarihten öğrendiğimiz bir şey varsa, kimsenin tarihten bir şey öğrenmediğidir”.
Japonya’nın tarih sahnesine yeniden askeri bir güç olarak sürülmesinin nedenlerini anlamaya çalışırken iki kaynaktan yola çıkmak gerekir. Bunlardan ilki ABD’nin 20’inci yüzyılın başındaki jeopolitik yaklaşımını büyük ölçüde belirleyen Alfred Thayer Mahan’ın “Deniz Hakimiyeti Teorisi”dir. Küresel çatışmaları ABD topraklarından uzakta tutmaya odaklanan bu teorinin Washington’daki yönetimlere yüklediği önemli ödevlerden biri Türk Boğazları da dahil olmak üzere dünyadaki önemli deniz geçitleri, kanalları ve adaların kontrol altında tutulmasıydı. ABD ya bunları doğrudan ele geçirmeli ya da bunlara sahip olan ülkelerle müttefik olmalıydı.
Mahan’ın teorisindeki bir diğer önemli hususun ise “Kara sınırları emniyette olmayan bir devletin, nispeten güçlü bir ada devleti ile deniz üstünlüğü için başarılı bir şekilde mücadele edemeyeceği” olduğunun altını çizelim. ABD’nin AUKUS ve ona bağlı ittifakları neden İngiltere, Avustralya ve Japonya gibi ada devletleri ile şekillendirdiğini, Hindistan, Türkiye, Yunanistan, Endonezya, Vietnam, Filipinler gibi binlerce kilometrelik deniz kıyısı olan ülkelerle yakından ilgilendiğini, bu ülkelerin ulusal politikalarını uygulamalarına izin vermek istemediğini, bu ülkelerdeki nüfuzunun azalmasını şiddetle önlemeye çalıştığını bu hususu hatırlayarak düşünelim. ABD Donanma Akademisi’nde bugün hala milattan önce 5’inci yüzyılda yaşanmış Ege Denizi’nde cereyan eden “Peleponnes Savaşları”nın analiz ediliyor olmasının da bir sebebi yine Mahan’ın öğretileri olsa gerek.
Merak edenler Mahan Teorisi’ni kaynaklarından okuyabilir diyerek bizi ilgilendiren ikinci kaynağa gidelim. Bu kaynak ABD’nin 1974 yılında başlattığı “Milli Okyanus Politikası Çalışması”. Her ne kadar “National” yani “Milli” ifadesi yer alsa ve bugünkü haliyle küresel iklim değişikliğinin etkilerine odaklanıyormuş gibi görünse de, ABD’nin bu politikasının hedefleri küresel ve odağı tamamen “kendi güvenliği”ne yöneliktir. Nitekim, politikanın yürürlüğe konmasındaki başlıca amaç, Washington’daki karar vericilerin kendi ifadeleriyle; küresel düzeydeki ABD çıkarlarına ve Amerikan vatandaşlarına yönelik tehditleri önlemek ile ABD yararına uluslararası istikrarın sağlanmasıdır. Peki bu nasıl gerçekleşecektir? Yine kendi ifadeleriyle: “Okyanus boşluklarının stratejik potansiyelinden istifade ederek”.
ABD’nin ismi “ulusal” ancak hedefleri “küresel” bu okyanus politikasının ruhuna dair fikir sahibi olmak isteyenlerin Beyaz Saray tarafından yayınlanan şu belgenin giriş kısmındaki ilk paragrafı okumaları yeterli olacaktır:
ABD’nin okyanuslara ilişkin olarak son yarım yüzyılda geliştirdiği perspektif ve politikalar, askeri düzeyde 2010 yılından itibaren ivme kazandı. AUKUS İttifakı’nın yakın gelecekteki genişleme sürecini ve Japonya’nın savunma politikalarında ilan ettiği yeni paradigmayı anlamının yolu, Washington’un açık denizlerdeki askeri hareketliliği ile seyir özgürlüğünü savunma gerekçeli donanma operasyonlarını yakından izlemekten geçiyor. 2021 yılında Karadeniz’in güvenliğini ABD’nin bir ulusal güvenlik sorunu olarak gördüğünü ifade eden Pentagon’un bu söylemini, Basra Körfezi’ne ulaşan Mezopotamya’nın kritik su yolu Fırat Nehri’nin doğusundaki terör örgütü PYD/YPG’yi kendisine partner olarak seçmesinden bağımsız okuyamayız.
https://gdh.digital/duvardaki-silah-japonya-49235