Ödünç dindarlık çağına hoş geldiniz
Hilmi Demir 01 Ocak 1970
Eskiden dinî bilgi, tutum ve davranışlar aileden gelir daha sonra da okullar, camiler ya da gittiğiniz cemaat yapıları onlara şekil verirdi. Böylece Devletin ya da cemaatlerin dinî iktidar üzerinde kurucu bir rolü olurdu. Oysa artık din ne ilahiyatçıların ne din dersi öğretmenlerinin ne de Diyanet’in tekelinde. Yeni bir düzen var artık.
Bu yeni düzende, herkesin dinî bilgiyi öğrenme, ulaşma ve dinî sorumlulukları yüklenmeden dindarmış gibi yapabilme imkânı var.
Pazar haline gelen din
Bu yeni düzende en çok yakındığımız meselelerden biri de yakın bir zamana kadar, dinin ticarileşmesiydi. Ne de olsa, okunmuş tespihler, her derde deva dualar, değişik marifetleri olan seccadeler satılıyordu. Şimdi bir adım daha ileri gittik: Din, kişilerin manevi ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılamak için durmadan yeni ürünlerin piyasaya sürüldüğü bir pazar alanına döndü.
Bu pazardaki servis sağlayıcılar ve ürün satıcılar arasında kıyasıya bir rekabet var: bilgi, yorum, inanç ya da manevi huzur pazarlıyorlar. Youtube’a baktığınızda henüz yeni yetme ergenlerden ak saçlı mehdilere kadar oldukça geniş bir ürün yelpazesi var.
Bu pazarın başka bir özelliği de, ihtiyaçlarımızın bitmemesi, satıcıların da ihtiyaçlarımızın bitmesine izin vermemesidir. Hatta pazarlama taktikleriyle, düne kadar var olduğundan haberimizin bile olmadığı bir ürüne ihtiyaç duyduğumuzu sanmamızı sağlamalarıdır.
Sosyal medyanın gücü ve sermayenin çeşitlenmesi de dinî pazarda ciddi bir çeşitliliğe imkân sağlıyor. Devlet televizyonlarından daha fazla izlenen Youtube kanalları, yazılı basından daha fazla takip edilen sosyal medya gücü dinî pazarda tekeli imkânsız kılıyor. Eğer dinî bir yorumu pazara sürebileceğiniz sosyal medyada bir mecra bulabilirseniz, aslında müşteri bulmamanıza imkân yok.
Müşterinin bol olması, onları kapmak için yarışılmayacağı anlamına elbette gelmiyor. Bu ürün gamında işletmeler benzer ürünlerdeki farklılıklarını ve “öz-gerçek-hakiki” olduklarını göstermek, dinî bir yorumu, inancı yaymak, yeni takipçiler çekmek ve sadakatlerini kazanmak için yeni pazarlama stratejileri geliştirmek zorunda kalıyor.
Bu pazarlama stratejilerinin bazıları epey ilginç. Bunlardan belki de en dikkat çekici olanlarından biri, şatafatlı hayatıyla kuantum uzmanı Eylem Amine Altun Kaynak’dı. Doğrusu bu ürün pazarlama tekniğinin oldukça inovatif olduğunu söylemeliyim. Sonuçta önemli olan talep oluşturma gücüdür.
Lüks tüketim olarak din pazarı
Pazardaki diğer bir rekabet alanı ise lüks tüketim alanına hitap eden ürünler. “Herkesin alması mümkün olmayan bende var” diye hava atılabilecek ürünlerdir bunlar. Hiç kimsenin aklına gelmeyen, gelenekte olmayan yeni bir yorum icat etme, bu zaman kadar “benden-bizden” başkası anlamadı diyerek kendini ayrıcalıklı bir konuma yükseltmek gibi. Bunlar ayrıcalıklı dindarlar, bu yüzden özel markalar gibi rağbet görüyorlar.
Dinî alanda ortalamanın dışında kalan gelir düzeyi yüksek kimselere hitap edecek bu ürünler bazen çok aşırı liberal bazen de çok aşırı radikal olabilir. Çünkü farklılık, sizi ortalamanın dışına çıkarır. Bu da kimsede olmayanın sizde olduğunu göstermek ve havasını atmak için bir imkân sağlar.
Dinî bir merkez yok artık
Günümüzde beklentiler sınır tanımıyor ve bu nedenle kendimize göre bir din seçmeyi daha çok tercih ediyoruz. Ya da fark etmez, bir inancı bir diğeri ile hızlı biçimde mübadele edebiliriz. Bu bildiğiniz din değiştirme değil, onu kastetmiyorum. Aynı dinin içinde farklı birçok yoruma sahip küçük gruplara mensup olmayı kast ediyorum. Dinî merkezi bir otorite yok artık.
Zira, yaşadığımız çağ, dini alanda inancın göreliliği, otantik bir dini geleneğe ait olma duygusunun ortadan kalkması, senkretizm, manevi değerlerin göreliliği, gerçeğin giderek daha az bilinmesi ve ona olan ilginin azalması gibi birçok sorunu da beraberinde getiriyor.
Bu sorunlara karşı Batı’da Kilise, biz de ise cami oldukça dayanıksız maalesef. Bu yüzden de insanlar artık alternatif topluluklara doğru kayıyor. Camiye ya da kiliseye çağrı tek başına hiçbir anlam taşımıyor.
Mesela, Metropoll Araştırmanın Türkiye’nin Nabzı anketinin Ağustos ayı sonuçlarına bakalım. “Diyanet İşleri Başkanlığının açıklamalarına güveniyor musunuz?” diye sorulduğunda, katılımcıların yüzde 70,4’ünün “Hayır” dediğini görüyoruz. Şimdi Diyanetin merkezi tutamadığı bir toplumda insanlar din bilgiler için nereye gidecek? “Dinî cemaatlere yönelirler” diyebilirsiniz. Optimar Türkiye’nin Nabzı 15 Temmuz Özel Araştırmasında, “Dinî cemaat okullarına çocuğumu gönderirim” diyenlerin oranı %9.7 iken, “Hayır, göndermem” diyenlerin oranı %77.3.
Yeniden soralım o halde, cemaatlere de gitmeyen birey nereye gidecek? Bir yere gitmemesi mümkün mü? Türkiye’de henüz “dindar ya da inançlı değilim” diyenlerin oranı öyle çok fazla gözükmüyor. Bu yüzden haklı olarak biz bunu söylemeyen bireylerin bir yerlere gittiğini var sayıyoruz. İşte düne göre bugün gittiği yerlerdeki çeşitlilik ve farklılık daha derin olduğundan dinî pazardaki ürün yelpazesinin de çok çeşitlendiğini söyleyebiliriz.
Denetimsiz alanlar
Devletin tekel oluşturma gücünü kaybettiği bir dünyada hiçbir kişi, topluluk veya kurum yasal olarak tüm dinî mülkiyet hakkına sahip olmaz. Cemaatler kendi küçük dünyalarında ve gettolarında bu hakkı tekellerinde tutsalar da din herkesin konuştuğu ve yeri geldiğinde ahkâm kestiği bir alan. Bu yüzden bazen kapalı cemaat yapılarından sızan çocuk tacizlerine karşı İslam’a saldırıyorlar diye muhafazakârları defansa çağırma talepleri çok da işe yaramıyor.
Çünkü Türkiye toplumu aşırı heterojendir ama dini topluluklar da aynı ölçüde homojen. Bu yüzden de her kesim kendi gettosunu korumaya çalışırken aşırı tepkisel olur. Ancak kendi gettolarında krallıklarını ilan eden yapılar dışarıda akan hayatı ıskalıyorlar.
Fakat yine de din artık kapalı cemaat yapıları içinde bireye endoktrine edilecek bir şey olmaktan da çoktan çıktı, kültürün içinde daha akışkan hale geldi. Bu bir yönüyle daha gri alanların doğmasına yol açarken bir yönüyle de daha fazla istismar edilecek, denetimsiz alanların doğmasına yol açtı. Bütün bunlar da pazara her gün yeni ürünlerin girmesini çok doğal hale getirdi. Bu ürünlerin kalıcı olup olmaması da sorun oluşturmuyor. Sonuçta sürekli yenilenen ürünler piyasada talepleri de canlı tutuyor.
Göstermelik dindarlık
Bütün bunlar, yani dinî alanda merkezin kırılması ve dinî pazarın genişlemesi, yenilikçi ve inovatif ürünlerin pazara dâhil olması dini alanda yeni bir sahiplenme alanı oluşturdu.
Bunu eskiden sırf hava atmak için evine kütüphane yaptıran sonradan görme zenginlerin sahiplenmesine benzetebilirsiniz. Ben bunu “ödünç dindarlık” olarak tanımlıyorum. Çünkü dinî alan sahiplenilecek bir mülkiyet hakkı tanımıyor.
Dindarlık bir gösteri nesnesine dönüştüğünde, onun sahte temsilleri ile sahte olmayanlarını (varsa böyle bir şey) birbirinden ayırmak için bir mülkiyet hakkı özellikle de İslam söz konusu olduğunda pek mümkün görünmüyor.
Elbette bazı hocalar çıkıp din adına size şöyle ya da böyle davranmanız gerektiğini söyleyebilirler. Ama bunun inancınızdan başka hiçbir bağlayıcılığı ve yaptırımı yoktur. Eğer o hoca efendilerin grubuna dâhilseniz bunun bir yaptırımı olabilir ama eğer dışarıdaysanız hiçbir karşılığı olmayacaktır.
Dinî pazarda otoritelerin hükmü daha çok dini pazarın temel kurumları içinde geçerlidir; Diyanet, İlahiyat veya Cemaat içi alanda. Bunun dışında kaldığınızda ki toplumun çoğu bu alandadır kesin bir bağlayıcılıktan bahsedemeyiz. Bu ise hem bir özgürlük alanıdır hem de ahlaki rölativizmi kışkırtacak kadar dinî pazarı denetimsiz bir alan kılar.
Bütün bunların bizi getirdiği yer ise son derece göstermelik bir hayat.
Olmadığın kimliklere bürünmek
Zira, dini pazarın genişlemesi ve bu pazarda dini tekellerin kırılması bireyin istediğini seçebilmesine imkân tanırken aynı zamanda olmadığı kimlikleri de satın alma imkânına kavuşturdu. Yani birey dinî alanda dindarmış gibi yaparken aslında hiç olmadığı kadar dinî tutum ve davranışları ihmal etme imkânına kavuştu. Çünkü görünüş ve pazarlama dinin aşkın ve duygusal boyutunun daha da önüne geçti. Hatta pazarlamadaki rekabet bazen çatışmayı zorunlu kıldığından bireyler daha sert tutum alarak dinî savunma hattı oluşturmayı bir görev olarak üstlenmeye başladılar. Söz gelimi Aşırı Abdülhamid savunusu size daha fazla kitap sattırabilir tıpkı aşırı Atatürkçülük gibi. Bu durumda sizin Abdülhamid’in tarihsel kimliği hakkında derinlikli bilgi sahibi olup olmamanız önemli değildir. Önemli olan ürünün pazarlanması ve talebin oluşturulmasıdır.
Ya da işe girmenize yarıyorsa hiç olmayacağınız şekilde tarikatçı rolü de yapabilirsiniz. Sonuçta ödünç dindarlıklar çağında yaşıyoruz. Marketten bir ürün almak gibi kendinize para, kariyer, arkadaş, iş vb kazanımlar sağlayacak bir dindarlık seçme imkânına sahipsiniz. Bir inancın gerektirdiği ahlaki ve dinî duyarlılıkları yerine getirmeden dindarlığı ödünç alabilir bir süre kullanıp yerine yenisiyle değiştirebilirsiniz. İşte bugün pazarın genişlemesi en çok bu imkâna sahip olmamızı sağladı. Elbette bu aynı zamanda sahte kimliklerin çoğalmasına da yol açtı. Dinî alan bir gösteriş ve temaşa alanına dönüştü. Kuantum arınma seanslarından televizyonlarda cin çıkarma seanslarına kadar yeni ürünler devreye girdi.
Peki bunun sonu nereye varır?
Aslında yanıt çok açık; din daha çok bireyselleşir, kurumsal dindarlıklar zayıflar, ödünç dindarlıklar daha fazla artar, dinî sorumluluklar olmadan dinî maneviyat alanı farklı tecrübelerin yaşandığı renkli bir dünyaya döner. Zira ödünç alma sahiplenme değil, iade etmedir. Siyasal olarak işe yarar göründüğü bir zamanda ödünç alınan dindarlıklar artık geri veriliyor ve daha renkli bir dindarlıkla takas ediliyor.