Mahmut Metin Kaplan Ve Ocak Yazıları
Halim Kaya 01 Ocak 1970
Karşısındaki için kendi etki ve imkân gücüne bakmadan sınırsız iyilik yapma isteği ile hareket eden merhum Mahmut Metin Kaplan Ağabey’e Allah’tan rahmet dileyerek başlamak istiyorum. Evet onu başkalarına faydalı olmaktan alıkoyacak dünyevi ve beşerî bir sınır yoktu. O yapacağı yardımı kendi imkân sınırları arasına hapsederek küçültmek istemezdi. Onu ancak Allah sınırlayabilirdi. Hayatına şahitlik edenler ve yazılarını okuyanlar da görecektir ki ilahi sınırların içinde yaşamaya gayret ediyordu. Yardımlaşma ve dayanışma onun karakteriydi. Biz de üniversite öğrenciliğimiz sırasında açıktan ve gizli nice yardımlarını görmüştük. Açıktan yardımlarını biliyorduk da gizli yardımlarınınfarkına hayatı yaşadıkça vardık, varıyoruz. Bugünden geriye bakarken eğer bu meselenin arkasındaki gizli el o olmasaydı bu böyle olmazdı dediğimiz tecrübelerimiz var. Bir atasözümüzün buyurmuş olduğu gibi iyilik yapar denize atardı. Allah gani gani rahmet eylesin.
Merhum Mahmut Metin Kaplan Ağabeyim birarada olduğumuz zamanlar yazdığı yazı metinlerini verir, okuyup eleştirmemizi isterdi. “Ülkücü Dünya Görüşü” ve “Teşkilat ve İdare” kitaplarının bazı metinlerini okuduktan sonra yaptığımız sınır tanımaz eleştirilerimizi ciddiyetle dinlemiş, yeri geldikçe de bu eleştirilere karşılık ciddi açıklamalar yaparak mevzuyu vuzuha kavuşturmaya çalışmıştı.
Bu kitaptaki yazıların yayınlandığı dönemde hepsini okudum dersem yalan olur. Çünkü Mahmut Metin Kaplan’ınbu yazılarından ya haberimiz yoktu, ya da üniversiteyi bitirmiş ve hayata atılmış olmanın günlük dünyalık meşgalesi içinde boğuşmaktan okumaya zaman ayıramamıştık.Bu kitap, yayınlandıkları o günlerde okuyamadıklarımızıçayımızı içerken okuma fırsatı sağladığı gibi kütüphanelerimizin başköşesinde ülkücü bakış açısını yansıtan kaynak bir eser olarak yer alacaktır. Bu kitaba emeği geçenleri kendisi ve Nurullah Kaplan haricindekileri Yusuf Yılmaz Araç “Sunuş” kısmında zikretmiş. Hepsine müteşekkiriz ancak bu kitabın ortaya çıkmasında emeği geçen Nurullah Kaplan ve Yusuf Yılmaz Araç’a ayrıca Mahmut Metin Kaplan’ı tanıyanlar olarak teşekkür borçluyuz. Nurullah Kaplan ve Yusuf Yılmaz Araç bu kitabı “üzerimizdeki sonsuz ağabeylik hakkının yüklediği vazife” (S:7) şuuru ve “uzun yıllara taşan paha biçilmez [Mahmut Metin Kaplan]dostluğ[un]a şükran” (S:7) nişanesi olarak hazırladıklarını ifade ederek onun dostluğunu zerresine kadar hak ettiklerini göstermişlerdir. Allah bizlere de böyle dostlar edinmeyi nasip etsin.
Kitap Matbuat Yayın Grubu yayınları arasında Kasım 2022 tarihinde çıkmış. Sunuş, M. Metin Kaplan, Hergün Gazetesi, Yeni Düşünce gazetesi, Ortadoğu Gazetesi, ulkucudunya.com Sitesi, Diğer Yazılar ve Röportajlar gibi altı bölümlerden müteşekkil 420 sayfadan ibaret.
Mahmut Metin Kaplan Ağabey anlatacağını, yazacağını bir çocuğa anlatır gibi sabırla açık ve net anlatır ve yazardı. O sanki Bursa Ulucami’nin açılışında hutbe okuyan Somuncu Baba gibi anlatıp yazacaklarını seviyelendirirdi. Somuncu Baba’nın Ulu Caminin açılışında cemaatte bulunan farklı anlayış seviyesindekilerin anlamasını sağlamak için Fatiha’nın yedi ayrı tefsirini yaparak bütün cemaate hitap etmesi gibi Türk milletinin çoban ve akademisyen arası bütün katmanlarındaki anlayış seviyesine hitap ederdi. Bu uğurda konunun uzayacağına bakmaz, her teferruatı izaha çalışırdı. O kendisini dinleyen veya okuyanlara ben anlamadım deme şansı bırakmazdı. Yazılarında zaman zaman kendi kendine soru sorarak o sorulara verdiği cevaplar ile akıl yürütür ve neticeyi netleştirmeye, değinilmemiş müphem bir nokta bırakmamaya çalışırdı. Bu vasfını kadim kültürlerdeki diyalektik anlatım metodunu kullanan filozofların üslubuna benzetirim. Zaten sağlığında kendisine yazı üslubunun Seyit Ahmet Arvasi’ye benzediğini söylemiştim.
Mahmut Metin Kaplan Ağabeyin 15.08.1978 tarihinde henüz 24 yaşında bir delikanlı olarak cezaevinde yatarken yazdığı ve Hergün gazetesinde yayınlana “Bölücü Faaliyetler, Mezhepçilik” başlıklı makalesi başlı başına örgün bir ilahiyat eğitimi almamış ancak ilahiyatçılar seviyesinde yazılmış bir yazı olarak ülkücü bir gencin İslami konulara vukufiyetini gösteren bir yazıdır. Bugün ilahiyatçıyım diyen değme ilahiyatçılara taş çıkaracak bir yazıdır. Birilerinin de İslam teolojisini şekilciliğe indirgeyen anlayışını şamar gibi yüzlerine çarpan cevabi yazı olarak onların söylemlerinden 35-40 yıl önce yazılmış (S:15-37) olarak tarihi bir belge olarak bu kitapta da yerini almıştır.
Mahmut Metin Kaplan hilafet ve halifelik konusunu işlediği kısımda “Hz. Muhammed’den sonra gelen Müslüman devlet başkanlarına, Hz. Peygamberin hatta Allah’ın vekili gözüyle bakılması ve daha bir sürü hurafe ve tutarsız inançların kök salması hep bu halife ve hilafet kelimelerine yersiz ve yanlış olarak vekil ve vekalet anlamı yamanmasından sonradır.” (S:24) diyerek doğru bir tespit ile halifeliğin ve hilafetin ancak bir önceki hükümdarın yerine geçen hükümdar manası içerdiğini, sonradan gelenin öncekinin vekili olmadığını izaha çalışmıştır.
Mahmut Metin Kaplan,bizim de bir kısmına şahit olduğumuz tartışmada,fikir sistemini ideoloji olarak tarif edip, Türk Milliyetçiliğini ideoloji haline getirmenin Allah’ın ve Resulünün hükümlerinin karşısına başka hükümlerle çıkmaktır, ona isyan etmektir diyen bir yazara “Peygamberler, bu konulara ‘vahyin rehberliğindeki bir akıl ile’, filozoflar ise, kendi kendini kurtarmayı iddia eden bir ‘trajik’ akılla çözüm ve yorum getirmeye çalışmışlardır. Ve faka Türk milliyetçilerinin ’fikir sistemi’ Allah ve Resulünün çizgisinde yürüyen ‘akl-ı selim’ sahibi, bir yüce veliler ve mütefekkirler kafilesince yoğrulmuştur… Kısacası Türk Milliyetçilerinin inançlarını, ibadetlerini, yaşayışını ve ‘eylemlerini’ murakabe eden sistem şeriattır.” (S:40) sözleriyle, o gün milliyetçiliği şeriata karşı gören bu anlayışa Türk milliyetçiliği şeriat dairesindedir ve şeriattan beslenen evliyalar ve mütefekkirler eliyle yoğrulmuştur diyerek cevap vermiştir.
Yine Mahmut Metin Kaplan söz konusu yazara vermiş olduğu cevap ile tarihin derinliklerinden bugünlere dek İslam adına hareket ettiğini sanarak ruhban gibi davranıp insanları din dışı ilan eden siyasal İslamcı anlayışa da kalıcı serlevhalık bilimsel bir cevap niteliğinde olan “İslamiyet, milli varlığı ve değerleri inkâr etmez, ondaki ‘küfrü’ ayıklar, milleti yıkmadan müslümanlaştırır. İslamiyet, milletlerarası bir din olmayıp, milletler -üstüdür. Yani İslam, international değil, üniversaldır. İslamiyet’i kabul etmekle milletler yok olmaz. Aksine güçlenir. (…) Milli kültürü ve müesseseleri, kendi inanç ve ölçüleri içinde yeniden bir terkibe zorlar. (…) Bilakis, milli şahsiyeti ve üslubu, getirdiği iman, aksiyon ve disiplinle gelişmeye götürür.” (S:41) ifadelerini ortaya koymuştur.
Mahmut Metin Kaplan burada benim de savunduğumülkücü kamu çalışanlarının mağduriyetine sebep olanlar MHP’yi iktidar yaparak Başbuğ Türkeş’i Başbakan yapamayan, yapmayan tembel ve gevşek vazife şuuru eksik ülkücüler ile ayrılıp giderek iktidarı geciktiren ülkücülerdir düşüncemi destekleyen bir hususa değinmektedir. O günkü adı MÇP olan MHP’den 1992 yılında ayrılan Muhsin Yazıcıoğlu ve ekibini kastederek “Onlar, bütün ülkücü memurve işçilere ihanet etmişlerdir…” (S:46)diyerek bizim düşüncemizin bir kısmını tasdik eder mahiyette bir fikri ortaya koymuştur.
“Ocak Yazıları” adlı bu kitabı okudukça şunu da anlamış oluyorum. Yusuf Yılmaz Araç ve Nurullah Kaplan Mahmut Metin Kaplan’ındavanın içinden gelerek taraf olduğu ve şahitlik ettiği olaylarla ilgi belge ve bilgilerin gazete sütunlarında kalarak unutulup gitmesini önlemiş, davayı doğru ve farklı kaynaklardan öğrenecek olan kişilere de birinci elden üretilmiş bilgi ve belgelerin ulaşmasını sağlamışladır.
“Ocak Yazıları” adlı kitabı oluşturan yazılar o kadar sade ve anlaşılır bir dille yazılmış ki insanın bir solukta okuyası geliyor. Okurken beyni anlamak için yormuyor, anlamak için başka bir çaba gerektirmiyor. Dil günlük yaşayan dil, her seviyeden insanın rahatlıkla anlayacağı, adeta toplumun aşina olduğu bir kelimeler manzumesi.
Mahmut Metin Kaplan genel kabul gören suyuna gitmek, akışına bırakmak, düzene uymak gibi anlayışların aksine, alışılmışın dışında doğru bildiğini söyleyen bir karakter olarak zaman zaman Ülkücü hareket içinde de her daim ölçüsü olan İslam ve Türk töresi mucibince tespit ve teşhisleriyle farklı, aykırı gibi görünen,Komünizm ve darbeler konusunda ‘darbe olmaz, olursa da hep birlikte direniriz” (S:62) gibi zamanında bazılarının telaffuz etmekten çekineceği ifadeleri cesurca yazabilen, fikir ve tutumları zaman geçtikçe kendi haklılığını ortaya koyarak mutedil ve isabetli görüş sahibi bir Ülkü duayeni olduğunu göstermektedir.
Mahmut Metin Kaplan sosyal olayların sebepleri arasında birden çok sebep olacağını ancak Osmanlının yıkılışının en önemli sebebi“Türkistan ile Anadolu arasına İran gibi bir seddin girmesi” (S:62) olarak görmektedir. Mahmut Metin Kaplan’a göre İran Türkistan ile Anadolu arasına girmeden bütün Türk dünyasından ne kadar eli tesbih, kalem, silah tutan varsa Anadolu’ya gelmiş Osmanlı da mükemmel bir iskân politikasıyla bunları iskân ederek feth edilen yerleri vatanlaştırmış, Türkleştirmiş, İslamlaştırmış, göçmenlere yurt yaparak devletin sınır güvenliğini sağlamıştır. Araya İran girince Osmanlının insan kaynağı kurumuş Türkistan’dan kimse gelmez olmuş, bu yüzden de sınır güvenliği sağlanamaz, fethedilen yerler vatanlaştırılamaz olmuştur. Yani nüfus Türk ve İslamlaştırılamamıştır. Her ne kadar Mahmut Metin Kaplan ifade etmese de aklımıza şöyle bir soru gelebilir, devletin güçlü ordusu var, daha önceden gelenler burayı vatan edinmişse neden savunmamışlardır? Sosyal olayların tek sebebi yok. Mahmut Metin Kaplan başta söylemiş zaten, biz iki sebep söyleyebiliriz birincisi Mehmet Genç’in ve Sabri F. Ülgener’in bahsettiği gibi Osmanlının çağdaşı devletlerden bilimde geri kalması, dolayısıyla teknolojik olarak da geri kalıp askeri teknik modern silahlarla silahlanamamasının yanında ikinci olarak yerleşik hayata geçen insanların savaşkanlık özelliklerini birkaç nesil sonra kaybetmeleri, yeni göçlerle kırsal alandan her türlü doğa şartlarına karşı koymaya alışmış ve tabii olarak nasıl karşı konulacağını bilen yeni insan gücü de gelmeyince savaşkan insan kaynağını kaybetmesi olarak sayabiliriz. Ve Mahmut Metin Kaplan ekler “Anadolu ile Türkistan arasına İran seddi çekilince, Osmanlının asker, alim, esnaf, çiftçi, zanaatkar, tüccar kaynağı kurumuştur.” (S:64) mevcut insan gücü fetih yapmaya, fethedilen yerleri vatanlaştırmaya, sınırları tahkime yetmemiştir.
Mahmut Metin Kaplan vefalı bir adamdı, Nurullah Kaplan ve Yusuf Yılmaz Araç’tan vefa gördü. Vefalıydı, vefakârdı çünkü yeni nesil ülkücülerin temsilcilerinden Uşaklı Ali Rıza Boz kardeşimizi (S:66) anmış, şimdi bizim de tekrar anmamıza vesile olmuştur.Ben de Mahmut Metin Kaplan gibi Ali Rıza Boz ile ameliyattan sonra bir telefon görüşmesi yapmıştım. Telefonda,“Koltuk değnekleri ile köy kahvesine kadar gidebiliyorum. Orada Ülkücülük anlatıyorum herkese ağabey”derkenki heyecanını unutamıyorum. Yakalandığı amansız hastalıktan dolayı bir bacağı kesilmiş olmasına rağmen o öğretmenlik yapacağı, Türk çocuklarını yetiştireceği günlerin yakın olduğunu anlatıyordu bana. Şimdi Allah her ikisine (Mahmut Metin Kaplan ve Ali Rıza Boz)de rahmet eylesin mekânları cennet olsun. Şahidiz, ikisi de düzgün adam gibi adamdı. Ali Rıza Boz meraklı, öğrenmeye açık bir arkadaşımızdı, oturduğumuz Yurtoğlu apartmanının bitişiğindeki binanın altındaki kahvede Ülkücü hareket ile ilgi öğrenmek istediği konuları sorarak beni az zorlamadı, az terletmedi. Haklarımız varsa hepsi helal olsun.
Mahmut Metin Kaplan “Kürt yoktur” gibi bir sosyolojik muammayı tez olarak savunulanların aksine Kürtlerin Özbekler, Azeriler, Tacikler, Türkmenler, Kazaklar gibi Türk olduğunu iddia ediyor. Bununda belgesini Orhun abidesindeki “Kürt elinin Alp Urungualtunlu okluğumu bağladım belde… … Ülkem. Otuz dokuz yaşımda” (S:72) Göktürk alfabesiyle 1280 yıl önce yazılmış metine dayanarak iddia ve ispat etmektedir. Mahmut Metin Kaplan bu metine dayanarak iki sonuç çıkarmaktadır. Birincisi Kürtler inkâr edilemeyecek bir gerçek olarak Kürt olarak vardırlar ve ikincisi de Kürtlerde Türk’türler. Daha önce Ülkücü kadro internet sitesinde yazdığım “Musul Meselesi” başlıklı yazımda da dile getirdiğimKürtlerin bugünkü gerçek nüfusu 6.538.461 kişi olduğu tezimizin destekçisi olacak bir bilgi Mahmut Metin Kaplan tarafından “Kürt kardeşlerimizi azınlık saysak bile ki, bu, Lozan’a göre mümkün değildir; oranlarının yüzde on bile olmadığı bütün dünya tarafından kabul edilmektedir.” (S:340) cümlesindeki “%10 bile olmadığı” tespitiyle olmuştur.
Mahmut Metin Kaplan’ın “Kardeşim Erdoğan önce aniden hastalanmış ve tıp fakültesine yatırılmış.” (S:76) dediği olay kıyısından kenarından az çok haberimiz olduğu bir olaydı. Adı geçen Erdoğan, Mahmut Metin Kaplan’ın teyzesinin Tıp Fakültesinde okuyan oğludur. Bu hastalıktan birkaç kere ameliyat oldu, ameliyat ve tedavi sırasında okula ara verdi, daha sonra okulunu bitirdi ve zannedersem Sinop’ta bir müddet doktorlukta yaptı. Benim ise Erdoğan ileyüzyüzetanışıklığım bu tedavileri sırasında Bursa’da Mahmut Metin Kaplan’ın büyük ihtimalle Bursa-GörükleKampusunda işlettiği Öğrenci Yurdu yemekhanesindeki işyerinde büro olarak kullandığı yerde oldu. Ben girdiğimde bir delikanlı ile oturuyorlardı. Selam verdim, tokalaştık, gösterilen yere oturdum. Mahmut Metin Kaplan her zamanki gösterdiği itina ve öneme binaen bizi tanıştırdı. “Teyzemin oğlu Erdoğan” deyince hemen aklıma daha önceden bildiğim, az çok hastalığından haberdar olduğum teyzesinin oğlu geldi ve bende hemen sordum. Teyzenizin hasta olan bir oğlu vardı? Erdoğan hemen, hasta olan o teyze oğlu benim ağabey dedi. Ben tabi çok şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemedim. Hastalığının ağırlığını bildiğim için karşımda sapasağlam bir adam görmenin şaşkınlığı ile Erdoğan’a “Kusura bakma ne diyeceğimi bilemiyorum. Senin durumunu zaman zaman Metin ağabeye sorar hastalığın hakkında bilgi alırdım, çok üm… değildik, şimdi sapa sağlam karşımda görünce şaşırdım. Ama nasıl sevindim sorma sanki karşımda yeni doğmuş bir insan… kem küm… ” Erdoğan sizi anlıyorum ağabey, şükür iyileştik ama okulum uzadı, dedi. Olsun, okulunu da bitirirsin. Bu hastalığı yendin ya sen, okuluda bitirmeyi başarırsın. Geç olsun güç olmasın, diyerek bir sohbet gerçekleştirdik. Erdoğan okulunu da bitirdi doktorda oldu ancak birkaç yıl sonra aynı hastalık tekrar nüksetti ve genç bir doktoru kaybettik.
Mahmut Metin Kaplan Kıbrıs Meselesini Türk Devleti, Türk Milleti ve Türk milliyetçileri açısından önemli bulmakta ve bu meseleye sahip çıkmamızı elzem görmektedir. “’Kıbrıs Meselesi’ Türk devletinin birinci ve en önemli dış politika meselesidir. Çünkü Türk devleti ilk defa ‘Kıbrıs Meselesi’ ile Misak-ı Milli hudutları dışına çıkmıştır. Devlet olarak ‘Dış Türkler Meselesi’ne ilk defa ‘Kıbrıs Meselesi’ ile sahip çıktığını ortaya koymuştur. Türk Birliği meselesine bigâne olmadığını göstermiştir. Türk Birliği için ilk adımı atmıştır.” (S.81) diyerek niçin önem verdiğini de açıklamaktadır. Ayrıca ‘Kıbrıs Meselesi’ Mahmut Metin Kaplan açısından ‘Hatay Meselesi’nden de iki yönden farklıdır. Hatay Misak-ı Milli, sınırları içindedir ve problem diplomasi yoluyla çözülmüştür. Kıbrıs Misak-ı Milli sınırları dışındadır ve Cumhuriyet döneminde Türk ordusu milli bir meseleyi ilk kez askeri güç kullanılarak çözmüştür.
Seyyid Ahmet Arvasi 31 Aralık 1988 tarihinde vefat etmiş, Mahmut Metin Kaplanda cezaevinden 13 Ocak 1986 yılında tahliye olmuştur. Mahmut Metin Kaplan’ın tahliyesi ile Seyit Ahmet Arvasi’inin vefatı arasında 2 yıl 352 gün fark var. Yaklaşık 3 yıl. Yani Seyyid Ahmet Arvasi Mahmut Metin Kaplan’ın tahliyesinden 2 yıl 352 gün sonra vefat etmiştir. Muhtemelen Efendi Barutçu ile Mahmut Metin Kaplan Seyyid Ahmet Arvasi’yicezaevinden çıkınca hemen ziyaret edememişlerdir. Şunun için bu kadar uzun yazarak bu tespiti yapmaya çalışıyorum. Mahmut Metin Kaplan ile Efendi Barutçu Seyyid Ahmet Arvasi’yi ziyaretlerinde hiçbir mevzu yokken SeyyidAhmet Arvasi daha sohbetin başında “Türkeş Bey ile her konuda hemfikiriz. Ne söyleyecekseniz ona göre söyleyin” (S:87) diyerek daha önce karşılaştığı gelmesi muhtemel suallerin önünü kesmeye çalışmıştır. SeyyidAhmet Arvasi’nin bu ön alma, kestirme sözünden cezaevinden çıkanlardan bir takım zevatın kendisini ziyaret ettikçe Türkeş Bey’den dert yandıkları anlaşılıyor. Kısaca Seyyid Ahmet Arvasi ölümünden 1 veya 1,5 yıl önce, bilemedin 2 yıl önce Türkeş Bey’le hemfikir olduğunu deklare etmiş, ölene kadar da aksi bir davranış sergilemediği gibi, bu söze muhalif bir kelam etmemiştir. Şimdi Türkeş’i lider bilen bütün ülkücülerin üzerine düşen,Seyyid Ahmet Arvasi’nin Türkeş’in fikirdaşı olarak vefat ettiğini bilerek ona göre davranmalarıdır.
Siyasal İslamcılığa hizmetlerine dayanarak siyasal İslamcı yönlerine sahip çıkılan Menderes ve Özal ile ve Demirel ile ilgili Mahmut Metin Kaplan’ın aksi yönde bir tespiti var. Mahmut Metin Kaplan Siyasal İslam fikri mensuplarının devamları olmakla övündüğü eski başbakanlar için “1950 yılından beri önce Menderes ve Demokrat Parti, Sonra Demirel ve Adalet partisi, daha sonra da Özal ve Anavatan Partisi Türkiye’de kademe kademe kapitalizmi kurdular, yerleştirdiler.” (S:105) diyor. Ve ekiliyor “Nitekim Türkiye’nin ve Türk milletinin çektiği bütün dert ve sıkıntıların müsebbibi kapitalizm ile kapitalistlerdir. Adaletsizliğin, ahlaksızlığını, maddi ve manevi geriliğin, eğitimsizliğin, cehaletin, fuhuşun, zinanın, kumarın, hayat pahalılığının, anarşinin ve terörün, geçim sıkıntısının, sağlık meselesinin, mesken meselesinin, mezhepçiliğin, siyasi Kürtçülüğün, gelir dağılımındaki adaletsizliğin, vergi adaletsizliğinin, bölgelerarası dengesizliğin, işsizliğin, yokluğun, çaresizliğin ve bütün dert ve sıkıntıların vebali kapitalizm ile kapitalistlerin boynunadır.” (S:107) Gel de bu kadar kabahat işlemiş bir geçmişe sahip çık. Kaldı ki bazı sahip çıkılamayacak işleri sadece ekonomik işler değil, dini olarak da ahlaksızlık derecesi yüksek işler.
Diyanet İşleri Başkanlığının yapısı konusunda verdiği “Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı’na idari, mali ve ilmi özerklik tanınmalıdır.” (S:117) hükmündeki mali özerklik kısmına katılamıyorum. Bütün vakfı mülklerinin gelirlerini, zekât öşür, fitre ve sadaka gibi yardımları toplayıp Kur’an’daki ilgili yerlere dağıtmak suretiyle oluşacak tarafgirlikler ile maaşları ödenen o kadar memurun yöneticilere biat etmeleri halinde Türkiye gibi ülkelerde yöneticilerin kendisine tabi bu kesimden kuvvet bularak idari özerkliğin vermiş olduğu güçle Vatikan Din devleti gibi davranacağı, devlet içinde devlet gibi hareket edeceği kaçınılmaz bir sonuçtur.
Mahmut Metin Kaplan öyle bir üslup kullanarak yazılarını kaleme almıştır ki İslamiyet ve Peygamber Efendimiz hakkında ve Ülkücülük üzerine yazılmış bu yazıları okurken insan yeni bir şevk ve aşk ile iman ateşini harlamaktadır. Yazılar hem beyne, aklına hem de kalbine gönlüne tesir ederek akıl ve gönlün hakemi vicdanında yer etmekte, adeta anlaşılmak ve kavranılmak için hiçbir çaba göstermene gerek yok ben senin ihtiyacın olanı ihtiyaç bölgesine yerleştiririm demektedir.
“3 Mayıs [1944] Türkçülük tarihinde dönüm noktasıdır... O zamana kadar yalnız duygu ve düşünce olan, edebi ilmi sınırları pek de aşmayan Türkçülük, 1944 yılının 3 Mayıs’ında birdenbire bir hareket haline geldi.” (S:138) diyor Mahmut Metin Kaplan. Ne demek Hareket haline geldi demek; kişisel olmaktan çıktı toplumsal bir olay oldu. Yani milliyetçiler bu olaydan önce vatanını milletini sever onun için güzel duygular besler elinden geldiğince de ferdi olarak üzerine düşeni yapmaya çalışırdı. 3 Mayıs 1944’ten sonra birlikte bu duygu ve düşünceleri topluma yönelik olarak dile getirip, ülke yönetiminden bazı talepleri olduğunu dillendirmeye başlamışlardır. Türkçüler için ikinci tarihi dönüm noktası da Alparslan Türkeş’in Hindistan’dan dönüşüyle 1965 yılında CKMP’ye girerek siyasete başlayıp aynı yıl CKMP’nin Genel Başkanı olarak Ankara milletvekili seçilmesidir. Bundan önce Türkçüler duygu, düşünce ve edebi ilmi bir Türkçülük yapıyor, ülkenin iyi yönetilmesini istiyorlar, kendileri politika üretip kendileri ülkeyi yönetmek ve ürettikleri politikaları uygulayarak istedikleri, ön gördükleri kalkınmayı sağlamayı düşünmüyorlar, düşünseler de bu düşüncelerini fiiliyata dökmüyorlardı. Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olmasından sonra milliyetçi politikaların milliyetçi kadrolar tarafından uygulanmasının yolu açılmış, doğrudan ülkenin yönetimine talip olunmuştur.
Mahmut Metin Kaplan 140-143. sayfalarda 1986-1987 yıllarında çokça tartışılan Dar-ı İslam, Dar-ı Harp, Dar-ı Ridde konusuna girmiş gayet açık ve net olarak meseleyi açıklamışancak biz de onun açıklamalarına ufak ilave yapalım istedik.Türkiye İmam-ı Azam’ın Dar-ı İslam şartları ve “günahkarlar kafir sayılmaz” ilkesi gereği Türkiye Dar-ı İslam’dır. Cuma Namazında 4 rekât “Zuhr-u ahir” ve 2 rekât “Vaktin Sünneti” kılınması ; Cumayı Devlet Başkanının kıldırması gerekirken hem Devlet başkanının bulunduğu belde dışında oturanların kıldığı Cuma namazı için hem Cumanın ancak merkezi bir tek camide kılınabileceği problemini aşmak için, hem de bir beldede -başkentte devlet başkanı, taşrada devlet başkanından vekalet almış vali, validen vekalet alarak ikinci bir camide vekaleten Cuma kıldıran ikici imamın kıldırmış oldukları namazın kabulü problemini aşmak için- Ömer Nasuhi Bilmen gibi İlmi-i Hal sahipleri Cuma namazının peşinden 4 rekât “Zuhr-u ahir” ve 2 rekât “Vaktin Sünneti” kılınmasını Cuma namazı meselesine ait şartlara dayandırırlar. Bir beldede devlet başkanı illerde de onun yetki verdiği valiler yalnızca bir camide merkez camiinde Cuma namazını kıldırır. Eğer merkezde devlet başkanı Cuma Namazı kıldıramıyorsa onun vekalet verdiği bir vali veya başka bir yetkili Cuma namazı kıldırır.Mesela başkentte devlet başkanının imametinde, o kıldıramıyorsa vekalet verdiği bir devlet adamı tarafından Cuma yalnızca bir camide ve merkez camiinde kılınır ve kıldırılır. Eğer taşrada bir ilde devlet başkanından yetkili vali namaz kıldıramaz ise ya da başka camilerde Cuma kılınması için devlet başkanından yetkili vali başka kişilere vekaletin vekaletini vermesi halinde de iki camide Cuma kılınması durumu da şüpheli görülmüş ve bu şüpheyi bertaraf etmek için alimler Cuma namazından sonra 4 rekât “Zuhr-u ahir” ve 2 rekât “Vaktin Sünneti” kılınmasını tavsiye etmişlerdir. Cuma’yı valinin kıldırmaması, cumanın iki camide kılınması, iki camide kılınınca ilk tekbir getirip Cuma namazına duranların cumasının kabul olup diğerlerin kabul olmamasıgibi tehlikeli durumlarda cumanın kabulünün tehlikeye girmesini önlemek için Cuma namazından sonra 4 rekât “Zuhr-u ahir” ve 2 rekât “Vaktin Sünneti” kılınması en azından öğle namazının atlanılmaması için alınmış bir tedbirdir.Türkiye’ye Dar-ı Ridde demek Cumhuriyete düşman siyasal İslamcıların, bölücülerin, beynelmilelcilerin ekmeğine yağ sürmek anlamına da gelebilecektir.
Mahmut Metin Kaplan “Ocak yazıları” adlı kitabında toplanan yazılarında daha önce yayınlamış olduğu “Teşkilat ve İdare” ile “Ülkücü Dünya Görüşü” adlı kitaplarında derinleştirerek açıklamış, yazmış olduğu fikirlerinin bir hülasasını yapmış, sanki okuyucusu ile bu fikirleri paylaşarak yapılacak itirazlara cevaplar vererek daha da olgunlaştırmayı düşünmüştür.
“Biz Müslümanlar şanlı Peygamberimizin ‘doğum gününü’ bayram kabul ederiz. O gün bizler de toplanır Kur’an-ı Kerim okuruz., şanlı Peygamberimizin hayat hikayelerini, örnek mücadelelerini ve mucizelerini anlatır, haklarında yazılmış bulunan naatları, kasideleri, şiirleri, [ilahileri] ve yazıları okuruz. Bu konuda Süleyman Çelebi’nin ‘Mevlid’i [Vesiletü’n-Necat] ne kadar içlidir.” (S:196) diyen Mahmut Metin Kaplan ile Bursa’da İnegöl Çarşısındaki kendisinin ortağı olduğu Burçak Kitap, Kırtasiye dükkanında bir arada olduğumuz bir gün konu nasıl olduysa Mevlid’den açılmış, ben de şimdi tam neden karşı olduğumu bilmediğim bir muhalefet içinde olmuşum ki bana ‘Peygamber Efendimize salavat okumak sevap değil mi?’ dedi. Ben de hemen Azhap Suresinin 56. “Şüphesiz ki Allah ve Melekleri, Peygamber’e çokça salat ederler. Ey mü’minler, siz de O’na salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin!” ayeti ile “Kıyamet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salat ü selam getirenleridir.” hadisi şerifini söyledim. Bunun üzerine bana salat’ın“Allahümmesalli ala Muhammet” Arapçası yerine Türkçe “Allah’ım, Efendimiz, büyüğümüz Muhammed’e salatu selam eyle” desek salat yerine geçer mi? diye sordu. Bende hiç düşünmeden “Allah her dili bilir ve bizim de Türkçe olarak Peygamberimizi yüceltmek, övmek istediğimizi bilir, bize sevap yazar, duamızı da Peygamber Efendimize ulaştırır” dedim. O, hemen “MevlidSalâvat yerine geçer mi?” diyerek başka bir soru yöneltti. Ben de önceki verdiğim cevapla çelişmemeyi de düşünerek “Geçer, çünkü mevlid de Peygamber Efendimizi övmekte ve Yüceltmektedir” dedi. O bana sorduğu sorular ile kendi kendime kendisinin de söylemek istediği doğru cevabıbenim vermemi sağlamıştı. O günden beri 36 yıldırkendimin ve ailemizin tertip ettiği bütün dini merasimlerimizde geleneksel mevlid programlarındaki gibi Mevlit, aralarda aşır, kaside, İlahi vs. okutulmasına önem vermeye başladım.
Sayfa 199’dan 240’a kadar uzunca ve peş peşe yazılar ile Abdullah Çatlı’nın din ü devlet, mülkü millet için tamamen devletin görevlendirmesiyle ASALA ve PKK ile mücadele ettiğini ve “Susurluk Olayı”na kadarda ailesi, akrabaları ve yakın arkadaşları tarafından bilinen bir kişi, ismi bilinmez bir gizli kahraman iken Fransa istihbaratının -Fransa’nın ASALA ve PKK’ya verdiği desteğin çökertilmesinin intikamı olarak- düzenlediği “Susurluk Suikastı” ile aşikâr olan bir kahraman olduğunu anlatır. Ve bu esnada Ülkücüler ile ilgili olarak devlet adamı Cevdet Sunay, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Hasan Celal Güzel, Agah Oktay Güner, gazeteci Emin Çölaşan’dan örneklerle Ülkücülerin vatan millet ve devlet sevgisi uğrunda neler yaptıklarını açıklamaya çalışmıştır.Bu aklıselim devlet adamları ülkücülerin hakkını teslim etmeye çalışmışlardır. (S:223-224) Biz bunlara EbulfezElçibey’i Rauf Denktaş’ı ve sol görüşlü yazar Alev Alatlı’yı da ilave edebiliriz. Ebulfez Elçibey ve Rauf Denktaş’ın sözleri Ülkücülerin sadece Türkiye ile ilgilenmediklerini yeri geldiğinde Azerbaycan ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile de ilgilendiklerinin de işareti olsa gerek.
Mahmut Metin Kaplan Kıbrıs Meselesini haklı olarak doğrudan Yunan meselesi olarak görüyor ve “Kaldı ki, ‘Meselelerin meselesi’ bizzat Yunanistan’ın varlığıdır.” (S:241) diyerek “Kıbrıs Meselesi”nden sonra Yunanistan’ın çıkardığı meseleleri başlıca şu başlıklar altında “FIR Hattı Meselesi, Kıta Sahanlığı Meselesi, Ege Adalarının Silahlandırılması Meselesi, Batı Trakya Türk Azınlıkları Meselesi”(S:241) ve “Kıbrıs’a Füze ile Uzman Rus Askeri Birliği Konuşlandırılması” (S:243) olarak toplamaktadır. Yunanistan’ın varlığı problemdir çünkü Mora İsyanından beri her zaman Türkiye aleyhine genişleyerek bu günkü sınırlarına kadar Türk topraklarını işgal ettiği gibi Kurtuluş Savaşında her ne kadar arkasına yedi düveli alarak olsa da İzmir ve Batı Anadolu’yu da işgale kalkmış, ta Ankara önlerine kadar işgal niyetiyle gelmiş ve Atatürk’ün İzmir’de Yunan ordusunu denize dökmesiyle bu niyetine son verilmiş olsa da hâlâ niyetinden vazgeçmediği her alanda problem çıkarması ve sokak kadınları gibi ağız dalaşı ile uluslararası bir politika yürütmesi bunu işaretidir. Son niyet kırıcı olarak 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile kendisine gerekli ders verilmiş olsa da Kardak krizi ve hâlâ süren Adaların silahlandırılması krizleri ile niyetini ortaya koymaktadır.
“Doğu Türkistanlı milletdaşlarımızın hürriyetleri ile ‘Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin istiklali Kızıl Çin tarafından kaldırıldığında (1949) seyirci kalan ve hatta sessiz kalarak adeta bu [İşgal] durumu[nu] onaylayan ‘hür dünya’ ve onun büyük teşkilatı Birleşmiş Milletler nedense Kore sözkonusu olduğunda (1950) birden aslan kesilmiş ve kükreyerek ayağa kalkmıştır.” (S:258) diyerek BM’yi ve kendilerini ‘Hür Dünya’ olarak vasıflandıran ABD, İngiltere ve diğer Batılı ülkeleri sessiz kalmakla suçlayan Mahmut Metin Kaplan’ın bu tespitleri yaptığı yazının yazıldığı 1997 yılından bugüne Çin zulmünü daha da artırmış, sömürmenin ötesinde kimlik değiştirmeye yol açacak Kur’an-ı Kerimi yasaklamak, Türkistanlı Türk erkeklerini kamplarda toplayarak her Türk evine bir Çinli erkek yerleştirerek aile mahremiyetine tecavüz, camilere 65 yaşın altında kimsenin girmesini yasaklamak gibi genosit uygulamaları getirmiştir.
Nevruz bayramının PKK’nın bayramına dönüşmesini eleştiren Mahmut Metin Kaplan “İstanbul Ülkü Ocakları da 12 Eylül öncesi 3 Mayıs’larda bu [Nevruz Bayramı kutlama] geleneği[ni] devam ettiriyordu… Başbuğumuz Alparslan Türkeş Spor Sergi Sarayı’nda düzenlenen gecede örste demir döğüyordu… Sonradan nedense bu güzel gelenekten vazgeçildi… Çok yazık oldu. Biz vazgeçtik, PKK sahip çıktı!” (S:273)diyerek acı bir duruma dikkat çekmektedir ancak sebebini sormasına rağmen kendisi ortaya koymamaktadır. Ülkücü Hareket her ne kadar toplumda Türk milletinin sinir uçları gibi reseptör vazifesi görerek her tehlikeye dikkat çekmekte ve Türklük değerlerine sahip çıkmakta öncülük etse de zaman zaman mensup olduğu milletin içinden gelen yıpratmalarla malul olmaktadır. Nitekim Nevruz Bayramının kutlanmasından vazgeçilmesinde de toplumun ve özelliklede siyasal İslamcıların çabalarıyla Nevruz Bayramının Ateşperestlerin bayramı ilan etmeleridolayısıyla 12 Eylül’den sonraki dönemde toplumda yükselen İslamcı akımın da tesiriyle kendilerine yakıştırılacak bir İslam olmama yaftasından kurtulmak şuuraltı saikiyle terk edilmiştir. Bu da Türklerin ana renkleri olarak bütün Türk coğrafyasında kullandığı mavi, yeşil, kırmızı, sarı renkleri terk etmesi dolayısıyla PKK bunlara sahip çıktığı gibi Nevruz Bayramına da sahip çıkmışlardır. Mavi, Kırmızı, Yeşil, Sarı renklerin Türkler tarafından yaygın kullanıldığını Türkiye’deki en belirgin örneği Türk kökenli Kürtler’de olduğu gibi bizim çocukluğumuzda Samsun Bafra ilçesinin Türkmen köyü Başkaya Köyünde anamın, nenemin ve bütün köylü kadınların basma fistanlarındaki bu canlı renklerden çiçekli desenleri görmüşlüğüm ve dolayısıyla şahitliğim vardır. Aynısı Kastamonu köylerinde hanımlarımızın fistanlarında bu renkler hâlâ yaşamaktadır. Ayrıca SSCB yıkılınca gördük bütün Türk dünyası bu renkler ile bezenmiştir. Mahmut Metin Kaplan tarafından yazılan “Nevruz Bayramı ve Ergenekon’danÇıkış” yazısı 1997 yılında yazıldıktan birkaç yıl sonra devlet NevruzuPKK’nın elinden almak için resmi bayram ilan etti ancak sadece protokolle kutlanmaktan kurtaramadı. Halka mal edemedi. Ama Türkiye’nin bu kararı alınmasının arkasında BM’nin Manevi Mirası Koruma Kurulu’nun 2010 yılındaNevruz’u Dünya Manevi Kültür Mirası Listesine eklemesinin olup olamadığını bilmiyorum.
“Hiç kimse ülkücü olmaya zorlanamaz… Çünkü Ülkücülük gönül işidir; serbest irade ile seçilip, kabul edilebilecek bir dünya görüşüdür.”, “Her Ülkücü istediği anda, hiçbir sebep göstermeksizin Ülkücülükten vazgeçme hakkına sahiptir… Hiç kimse Ülkücü kalmaya zorlanamaz! Zorla güzellik olmaz.”diyen Mahmut Metin Kaplan öyle bir Ülkücülük tarifi yapıyor ki tamamını buraya almadan edemedim. Yukardaki serbesti ve iradesi ile ben ülkücüyüm diyenler “Müslüman olmaya ve İslamiyet’e, Allah’a (c.c.), Kur’an-ı Kerim’e, Hz. Muhammed (sav)’e ve de İslamiyet’in Kur’an’da ifade edilen bütün kutsallarına saygı göstermeye… Türk Milliyetçisi olmaya, Türk Milleti’ni ve Türk Milleti’ni teşkil eden; İslamiyet’i, Türkçeyi, Türk soyunu, Türk kültürünü, Türk devletini sevmeye, korumaya, yükseltmeye ve yüceltmeye… Ve de Dokuz Işık’ı milli doktrin kabul edip, Dokuz Işık’a ve ilkelerine sahip çıkıp, saygı göstermeye mecburdur!” (S:285) yani İslamiyet’e inanıp her hükmünü yerine getirmeye çalışmalı, Türk milletini ona ait her şeyi sevip saymalı, korumalı, Alparslan Türkeş’in sistemleştirdiği Dokuz Işık doktrinindeki ilkeleri kabul etmelidir.
Mahmut Metin Kaplan’ın “Servet Somuncuoğlu tek başına Kürtlerin de, Hititlerin de, Sümerlerin de, Etrüsklerin de, İngilizlerin de, İsveçlerin (Vikiklerin) de, Kızılderililerin de vd. Türk olduklarının kültürel vesikalarını/belgelerini tarihçilerin önüne koymuştu!” (S:297) cümlesinde geçen “İngilizlerin de” Türk olduğunu her ne kadar Yusuf YılmazAraç’ıntakım olarak hediye etmiş olduğu Servet Somuncuoğlu’nun söz konusu çalışmalarını muhtevi dev kitaplarını daha önce incelemiş olsam da İngilizlerin Türk olduğunu söylediği cümleler pek dikkatimi çekmemiş, gözden kaçırmışım. Bu cümleden iki sonuç çıkardım. Birincisi Türk milletine zülüm edenlerin -İngiliz ve Bulgarların Türk kökenli olması gibi- kendi soyundan olduğu gerçeği de bana Orman ve Balta hikâyesini hatırlatıyor. İkincisi de Atatürk’ün büyüklüğünü gösteriyor. Servet Somuncuoğlu yaptığı çalışmalarla Atatürk’ün Türk Tarih tezinin ne kadar doğru olduğunu ortaya koymuş ve artık terkedilmiş olan bu tezin bir kez daha Türk milletinin gündemine sokmuştur. Allah Atatürk’e, Mahmut Metin Kaplan’a, Servet Somuncuoğlu’na rahmet eylesin.
Bursa Ülkü Ocakları başkanlarından Mehmet Kutucu, kayalara kazınmış Türk yazıtlarını derleyerek Türk Tarih ve Kültürüne kazandıran Servet Somuncuoğlu, efsane MHP’li bakan Gün Sazak,Türk İslam Ülküsü kitabının müellifi Seyit Ahmet Arvasi, Türk Metal Sendikasının efsane Bursa Şube başkanı Baki Yeşiloğlu, Ülkücü Bursalı şehit İrfan Çetiner Mahmut Metin Kaplan’ın haklarında birer müstakil yazı yazarak unutulmamaları gerektiğini hatırlattığı Ülkü devleri. Allah cümlesine rahmet eylesin.
“Metin Kaplan eski bir ülkücü.” (S:374) Tempo Dergisinden Güçlü Özgan 6 Ocak 2006 tarihinde Mahmut Metin Kaplan’ın “Desise” adlı romanının satışa çıkması dolayısıyla yaptığı röportajda kullandığı yanlış bir cümle. Sadece Tempo gibi ülkücülere yabancı bir derginin muhabirimi bu cümleyi kullanıyor, tabii ki hayır, zaman zaman en babayiğit ülkücüler bile farkında olmadan ‘eski ülkücü’ tabirini kullanıyor. Eski ülkücü demek inandığı değerlerden vaz geçmiş, pişman olmuş ülkücü demektir. Hatta biraz zorlar isen ihanet etmiş, itirafçı olmuş manası bile yüklenebilir. Hâlbuki Mahmut Metin Kaplan öylemi?Hayır, son nefesine kadar Başbuğ Alparslan Türkeş’e bağlı kalmış, Başbuğ Alparslan Türkeş’in vefatından sonra bile gıyabi biatını sürdürmüş, davasını savunan, hizmet etmek için can atan bir ülkücü, ülkü devidir. Aslında ‘eski ülkücü’ tabiriyle burada anlatılmak istenen hakkında konuşulan kişinin kıdemli, tecrübeli, güngörmüş, bilgili, sadık bir ülkücü olduğudur. Ben kendisini bana ‘eski ülkücü’ olarak tanıtanlara benim eskiyen ülkücülerle işim olmaz ben eskimeyen ülkücülerle dost, arkadaş olurum diyerek cevap veririm. Mahmut Metin Kaplan da bu manada eskimeyen, bilgili, tecrübeli, sadık, kıdemli, güngörmüş bir ülkü deviydi. Kendi nefsani arzularını aşmış “fenafi-ddava” olmuş bir ağabeyimizdi.
JİTEM’in PKK itirafçılarını daha etkin kullanmak için bu itirafçılardan kurulduğunu, kendilerine çeşitli işler yaptırıldığını ancak PKK’nın da bu itirafçılığı teşvik ederek JİTEM’e eleman soktuğunu, daha sonra bu PKK elemanı itirafçıların PKK’nın isteği üzerine JİTEM itirafçısı olarak devleti zorda bırakmak için yaptıkları eylemler sonucu öldürdükleri insanların defnedildiği yerleri göstererek devleti dünya kamuoyu önünde suçlu duruma düşürmeye çalıştıkları gibi başka yerlerde okuyamayacağınız daha nice bilgiyi bu kitapta bulabilirsiniz.
Mahmut Metin Kaplan yazılarında ve dolayısıyla bu kitabı “Ocak Yazıları”ndaÜlkücü hareketin tarihinde cereyan eden ayrılıklara, kırgınlıklara, fikri çatışma ve karşı çıkışlara, Türk dünyasını ilgilendiren olaylara yer verdiği kadar güncel olaylara da yer vermiş. Alınıp okunup bir kenara bırakılacak bir kitap değil. Baş ucu kitabı yapılıp zaman zaman alıp okunacak, zihin tazeleyecek, yön bulmaya yardım edecek bir kitap olmuş. Bize de alıp okumak noktasından virgülüne kadar içindekilerden istifade etmek düşüyor.