Deprem ve Kader
Yümni Sezen 01 Ocak 1970
Herkes biliyor ki deprem bir tabiat olayıdır. Dünyanın dönüşü, güneşle ilgili durum, gece-gündüz oluşu, yağmur yağışı gibi, bu cinsten olaylar serisinden olan bir olaydır. Yer kabuğunun yerleşmesinin devam etmesi, yerküresi içinde biriken enerjinin boşalması, fay hatlarının ve kırıklarının hareketi, yer değiştirmesi ve benzeri tabiat olayları ile ilgili bir tabiat olayı olan depremin ne ve nasıl olduğuna ait ayrıntılar, bilim adamlarını ve uzmanları ilgilendirir.
Depremin ve diğerlerinin bir tabiat olayı olması, onları Allah’ın yapmadığı anlamına gelmez. Bütün âlemleri O yaratmıştır, Mülk Sahibi O’dur. Tabiat kanunları dediklerimiz O’nun koyduğu kanunlardır, O’nun adetidir. Var olanın, görünen ve bilinenin ötesinde, işin bu bağlamına inanan inanır, inanmayan inanmaz. Allah, inanmamızı istemiş, fakat zorlamamış, bizi özgür bırakmıştır. Bu konu ayrı bir konudur. Depremle ilgili herkesin kabul ettiği sonuç, onun vuku bulmasıdır. Depremler olmuştur, olmaktadır, olacaktır.
Normal, olağan bir tabiat olayı olan depreme, diğer tabiat olaylarından ayırarak neden âfet diyoruz? İnsan ve diğer canlılarla ilişkisi, bunların çevreleri, insanların eserleri zarar görebildiği için âfet diyoruz. Tıpkı yağmurun fazla yağmasıyla sel oluşması, yangın (insan eliyle olan değil, şimşek sonucu ormanda meydana gelen yangın) gibi deprem de bu alan içinde âfettir. İnsanla ilişki alanı içinde, elimizde olan hususlar, öncesinde, oluş anında ve sonrasında alabileceğimiz tedbirler vardır. Bütün tabiat olayları karşısında durumumuz aynıdır. Isı ve ışık kaynağımız olan güneş karşısında korunmaksızın 7-8 saat kalırsak, hastalanıp öleceğimiz muhakkaktır. Halkımızın rahmet dediği yağmur, fazla yağdığında, tedbir almazsak, zarar göreceğimiz kesindir. Oysa tabiat ve oradaki olaylar, insanın faydalanmasına hazır haldedirler. Depremin de nimetleri vardır. Sıcak sular ve kaplıcalar, verimli toprak üretimi gibi.
Deprem bir kader midir? İşte şimdi, bizimle ilgili olan-olmayan, elimizde olan-olmayan diye ayırdığımız iki alanın algılanması, doğru veya yanlış anlaşılması macerasına girmiş oluyoruz. Önce kader denilenin ne olduğuna bakmalıdır. Kader, sözlük anlamında, bir şeye gücü yetmek, bir şeyi birşeyle kıyas etmek, miktarını beyan ve tayin etmek, miktar ve ölçü tayin etmek, birşeyi planlamak, hazırlamak, hükmetmek anlamlarına gelir. Terim olarak, alemlerin düzeni, dengesi (mizan), tabiat kanunları demektir. Allah-Âlem-İnsan ilişkisinde, insanın iradesi dışındaki herşey kaderdir. İnsanın maddi, yani fiziksel, kimyasal ve biyolojik yönü de aynı düzene, aynı kanunlara tâbidir, yani kaderdir. Atom ve moleküllerimiz, organlarımız ve işleyişi, DNA’larımız v.s. doğal halde kaderimizdir. Doğal halde dediğimiz, irademizin bunlara ait müdahalesi, değiştirme teşebbüsleri, bozması, ayrı bir konudur, orada kaderin bize ait olan kısmına geçilebilir. Ancak orada artık insan iradesine, ruhi-psikolojik alanına geçmiş oluruz. Bu alanın dışındakiler ve öncekiler aynı tabiat kanunlarına ve işleyişine tabidir. Sadece insana has olmak üzere, bu düzenin dışına taşan, ruhî, aklî, psikolojik yönü ayrı tutmak gerekir. Bu özelliği ve ayrıcalığı da Allah yaratmıştır. Bize özgürlük ve sorumluluk yüklemiştir. Bu özelliğinden dolayı insan, tabiat ve tabiat olayları karşısında, kendisini ilgilendiren bir tarafa sahiptir ve bu alanda aktif ve sorumludur. Allah bizi, düşünecek, aklını kullanacak, tedbir alacak şekilde yaratmıştır. Tabiattan, tabiat kanunlarından, olay ve oluşumdan bahsettiğimize ve fakat Allaha ve yaratmasına bağladığımıza göre, geldiğimiz bu noktada materyalizme (maddeci felsefeye) bir sayfa açmamız ister istemez gerekecektir. Bu konunun uzunca bir konu olduğunu biliyorum ama, ne kadar özetlenebileceğini iyi bilmiyorum. Materyalizmde, maddenin ezeli ve ebediliği, her şeyin madde dinamizmiyle, maddenin kendinde oluşan kanunlarıyla, değişmesiyle izah edildiğine göre, insanın da bu kanunlar ve işleyiş içinde kendiliğinden üreyen, tabiatın kendi şuuruna varmasını sağlayan bir tabiat uzantısı olarak kabul edildiğine göre, meseleye üç pencereden bakmak gerekecektir: İrade, özgürlük, gaye (amaç). Maddeye irade, özgürlük ve amaç yerleştirebiliyorsanız, sorun yoktur. Kanun, irade varsa olur, kendi kendine olmaz. Kanun varsa tesadüf ortadan kalkar. Tesadüf, olması kadar olmaması mümkün olandır. Özgürlük, başıboşluğa ve tesadüfe açık değil de bir amaca dönükse, iş değişir. Kanun da zaten amaca dönük, amaç içindir. Değişme, tesadüfe bağlı olamaz. Değişme de amaca dönüktür. Göz, görmek için değil de, süreçte tesadüfen oluşarak görme başlamıştır dersek, varsa tabiatın aklı da bunu kabul etmez, abes bulur. Kulak işitmek için, el tutmak için v.s. oluşturulmuştur. Hiçbir amacı olmadan, maddî süreç işleyip dururken, tabiat neden insan gibi bir varlık oluştursun? Tabiat, kendi kendinin bilincine, kendi varlığının farkına varmak için idiyse, bir amacı var demektir. O zaman madde alemindeki amacın incelenmesini ve tahlilini yapmalıdır. Determinizmin halkalarında amaç aramak boşunadır. Orada sadece zorunluluk vardır. Bir halka diğerini doğururken amaçtan ötürü değil, zorunlu olarak doğurmuştur. Amacı zorunluluğa çevirmek için, determinizmin her halkasına bilinç vermeniz gerekir. İki hidrojen bir oksijenle birleşirken, atomlara bilinç yüklememiz gerekir. Su amaç olarak olmuşsa, suyun da kendisinin hayatı üretmesi amacı var demektir. Determinizmin zorunluluğu, tesadüfe de, özgürlüğe de, amaca da yer vermez. Özgürlük ile tesadüf arasında zaten bir ilişki yoktur. Amaçla özgürlük arasında bir ilişki kurulabilir. Özgürlük, zorunluluktan doğmaz ama, ne yaptığı, ne yapacağı belli olmayan, tesadüfe bitişik, amaçtan da uzak bir alan değildir. Materyalist, amaçtan kaçayım derken, “tesadüfün zorunluluğu” diye bir saçmalığa sığınmıştır. Tesadüfün olmayışını, kanun yapma iradesini, bilinci, amacı, düşünmeyi, aklı kullanma potansiyelini, bu cinsten herşeyi siz eğer maddeye yüklüyor, bunlar maddede mevcuttur diyorsanız, size farkında olmadığınız bir kapı açılmış demektir. Açılan bu kapıda sizi, bunlar vasıtasıyla DNA’lardaki yazılım da bekleyecektir. Bu felsefe uzar gider.
Maddenin ve işleyişinin içine kapanırsak, bunun getirdiği kadere de dikkat etmemiz gerekecektir. Allah’ın yaratıp düzen verdiği kaderi (kanun, ölçü, ölçüt ve miktar tayinlerini) reddedeyim derken, maddenin kaderine yakalandığımızın farkında olmayız. Üstelik orada buna bir anlam da yükleyemeyiz. Maddeci, pratikte, yanlış kader anlayışına haklı olarak karşı koyar. Fakat bunu, kendi temel kabullerine uymayarak yapmıştır. Zorunluluktan her nedense, birden bire özgürlüğe sıçramıştır. Maddeci bu çelişkisine rağmen, maddeyi korumaya devam eder. Yanlış kader anlayışına saplanmış dindar ise, Allah’ı koruduğunu zannetmektedir. Özgür olmaması gereken maddeci özgür hareket etmiş, özgürlüğünün farkında olmayan dindar da kendi inanç sistemiyle çelişmiştir.
Bu çelişkinin üzerine biraz daha gidelim. Depremin oluşu, tabiat olayları cinsinden olduğuna, olması veya olmaması üzerinde elimizden gelen hiçbir şey bulunmadığına göre, kader midir? Elbette kaderdir. Fakat sadece oluşu bir kaderdir. Bütün tabiat olayları bir kaderdir. Biz, kadere iman ediyoruz derken, bunu kastediyoruz, etmeliyiz. Bunlar kendi kendine olmuyor diye inanıyoruz. Peygamberle bizi uyarmayan, vahiy ve kitap göndermeyen, ahireti yaratmayan, bizimle ilgi ve ilişki kurmayan, beni sorumlu tutmayan, bir Allaha değil, bunları yapan bir Allaha inanıyoruz. Aksi halde deist olmamız gerekir. Tevhid dinine inanan birinin, materyalizmden ve deizmden farkı buradadır.
Oluşumu kadere bağladığımız depremin öncesinde, oluşurken ve sonrasında yapacağımız işler vardır. Depremler, yeryüzünün çok eski geçmişinden beri vardır. İnsanın, sahneye çıktığı ilk günden beri depreme dair bir tecrübesi bulunmaktadır. Gittikçe tecrübelerinden ders çıkarmasını da bilmiştir. Bugün ulaştığı bilgiler, teknik ve tecrübe göz önüne alınırsa, insana ait sorumlulukların bulunduğu alan daha iyi anlaşılır ve inkâr edilemez. Yanlış bir kader anlayışıyla bu durumu örtemeyiz. Bizimle ilgili alanı, eyleme dökülmüş sorumlu olduğumuz alanı da Allah yaratmaktadır diye düşünülecekse, biz sebep olduğumuz, biz istediğimiz, biz hazırladığımız için Allah yaratmaktadır. Bizim irademizin dışında yaratmamaktadır. Bizim irademizin, aklımızı kullanıp, yapıp yapmadığımızın dışında olanlar kaderimizdir. En sonunda, son tahlilde, sorumlu olduğumuz, olacağımız bir alan muhakkaksa kaderi ona göre anlamalı ve değerlendirmeliyiz.
Bizi ilgilendiren, Allah’ın bilip bizim bilmediğimiz sırlar değildir. İnsanoğlu, kendine bakmadan buraya merak sarmıştır: Burası ne aklî ne bilimsel bir alandır. Gaybdır. Gaybı ancak ve ancak Allah bilir dendiği halde, buraya uzanmak isteyenler olmuştur. Böyle olunca da kader anlayışını gayb alemine bağlayıp, sorumluluğu üzerlerinden atmaya kalkmışlardır. Bu, gayb inanışının bir istismarıdır.
Allahın, işleri niçin ve nasıl yaptığını, yani O’nun sanatını bilmek bize ait olmayıp, bizi ilgilendiren hususlar değildir, ve zaten bilmemiz ve anlamamız mümkün olmaz. Bizi ilgilendiren, bizi sorumlu kılacak tarafları algılamak, bilmek, yapmak veya yapmamaktır. Bunun için akıl cevherine ve tecrübeye sahibiz ve yeterli bilgiye sahip olabiliriz. Dinde de bu meseleyle ilgili durum beyan edilmiştir. Kaderin yanlış anlaşılmaması istenmiştir. Din, sınavdan, sorgulamaktan ve sorumlu tutulmaktan ve bunlar için gerekli özgürlük payından söz eder. Tercih hakkını belirler. Tevhid dininde, yani Allah’ın yolunda, insana ikaz ve ihtarlar yapılmış, öğüt verilmiştir. Hatta tehdit edilmiştir. Bunlar ancak özgür iradesi olana yapılır. Sonra öğrenme, önemli bir özgürlük ve seçim hakkı içindir. Şüphe varsa giderilmek istenir. Kur’an’da geçen ilgili kavramlar dikkat çekicidir. “Göklerde ve yerde öylesine ayetler (belgeler, deliller) vardır ki, onların yanından göz çevirir geçerler” (Yûsuf-105). “Size bu kadar açık deliller geldikten sonra, yine ayağınız kayarsa, iyi bilin ki Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir” (Bakara-20). “… Nasıl olup da çevriliyorsunuz” (Mü‘min-62). Buradaki nasıl olup da ifadesini “niçin” olarak almalıyız. “Onlar Rablerinin öğüdünden (burada zikrinden) yüz çevirmişlerdir” (Enbiyâ-50). Şahitlerden bahsedilmektedir. “Şahitlerin şahitlik edeceği günde…” (Mü‘min-51). Allah herşeyi bildiği halde şahit niçin gereklidir? Bizzat suçluya suçunu kabul ettirmek, adaleti sağlamak içindir. “Kim doğru yolu seçerse, kendi iyiliği için seçmiş olur, kim de doğru yoldan sapmışsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir suçlu, başkasınınkini yüklenmez. Bir elçi göndermedikçe azap etmeyiz” (İsrâ-15). “… Eğer onlar sizin tarafa geçmiş olsalardı…” (Fetih-25). “Ne olurdu bunlar bizim rağbetimiz Allahadır demiş olsalardı…” (Tevbe-59). “Kıssayı kendilerine anlatıver, olur ki düşünürler” (A‘raf-176). “… Akıllanıp vazgeçmezse onu perçeminden yakalayacağız” (A‘lak-15). “… Bu defa cimrilik edip yüz çevirdiler ve sözlerinden döndüler, zaten yan çizip duruyorlardı” (Tevbe-76). Görüldüğü ve daha bazı ayetlerde olduğu gibi;
Kayıt altına alma, delil ve şahit tutma.
Eğer, keşki, belki, ola ki ifadeleri.
Şart koşulması. Şöyle olsaydı böyle olacaktı ifadeleri.
Yan çizme, kaçınma ifadeleri.
Gaflet, unutma.
Pişman olma, dua, tövbe konuları.
İnat ve ısrara sahip olma.
Bunlar özgür iradeye verilen yeri, seçimin ve insana düşen yapıp-etme payının varlığını işaret etmektedir. Kendi iradesi durup dururken, işi Allaha atmanın yanlışlığını dile getiren şu ayete bakınız: “Müşrikler diyecekler ki, Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız ortak koşarak, hiçbir şeyi de haram yapmazdık. Onlardan önce yalanlayanlar da öyle demişlerdi de, sonuçta azabımızı tatmışlardı…” (En‘am-48) Nahl-35’de aynı mealdedir. Kur’an cebriyeci anlayışa kapıyı kapatmıştır.
Rabbimiz böyle dilemediği halde neden yanlış bir kader anlayışına kapıldık? Kendi irademiz, menfaatlerimize bağlanan benliğimize yönelmiş olduğu için. Sonra da kalkıp faturayı Allah’a çıkarıyoruz. Bir kere şu abesten kurtulmak gerekir: Allah özgür irademizi yarattığı, yapıp ettiklerimizi bu irademize bağladığı, buna göre bize değer verdiği ve sorumlu tuttuğu halde, bu irademizi yine kendisi kullandırtmıyor. Bu olacak bir şey midir? Bu, inanılacak bir şey midir? Allah abes bir şey yapar mı? Bu nasıl Allah inanışıdır? Yoksa bize o yaptırtıyor da, yine bildiğini mi okuyor? Sonunda bir de ceza veriyor? “Allah zalim değildir” diyen hâşâ başka bir Allah mı? (Âl-i İmran-182; Tevbe-70; Yunus-44; Hûd-101; Nahl-118; Kehf-49; Rum-9; Zuhruf-76: Allah zalim değildir). Zulüm yerine hikmeti koyacaksak, hikmeti sorumluluk ve karşılığı olan işlerde aramamalı, başka yerlerde aramalıdır. Hikmet bize sorumluluk yüklemez. Çünkü hikmet, bize ait değil, Allaha aittir. Orada ne bize, hâşâ ne Allaha sorgu sual vardır.
Deprem ve diğer afetlerde, yanlış kader anlayışımız ve sorumsuzluğumuz, çoğu zaman da hainliklerimiz yüzünden ne acılar çekiliyor. Günahsız bebeler ölüyor. İnsanlar evsiz barksız kalıyor. Maddî-manevî ne ızdıraplar yaşanıyor. Nasıl hesap vereceğiz? Yoksa vermeyecek miyiz diye mi inanıyorsunuz? Bunun vebalinden sadece “Allaha inanıyorum” diye dahi kurtulamazsınız. Çünkü inananların Kutsal Kitabı, “Allah ve ahiret gününe inananlar”, “Allaha inanan ve ameli salih (iyi işler) işleyenler” der. Bunu tekrarlayıp durmuştur. Yine Kur’an, “Allah, işini en iyi yapanı sever” buyurmuştur (Bakara-195; Âl-i İmran-148; Maide-13, 93).
Kurunun yanında yaş da yanıyor. Evet, ne yazık ki acı gerçek budur. Kur’an bunu da beyan etmiştir. Hz. Musa’ya bu acı gerçeği söyletirken: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak eder misin Allah’ım?” (A‘raf-155) demektedir.