185 yıl önce ilim ve din
Ahmet Bican Ercilasun 01 Ocak 1970
Yeni Türk Edebiyatı denince ilk akla gelen isimlerden biri Mehmet Kaplan’dır. Sürekli okuyan, yazan ve düşünen Kaplan Hoca çalışmalarıyla ve yetiştirdiği bilim adamlarıyla ülkemizdeki Yeni Türk Edebiyatı disiplinine damgasını vurmuştur.
Mehmet Kaplan, asistanları İnci Enginün, Birol Emil ve Zeynep Kerman ile birlikte çalışarak bize koca bir külliyat bıraktı: Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi. Her biri 600-800 sayfadan oluşan beş koca cilt.
Bu büyük eserin birinci cildinde okulların ıslahıyla ilgili bir layiha var: Mekteplerin Islahı ve Tahsil Mecburiyeti Hakkında. Layihayı, 1838 yılında Meclis-i Umûr-ı Nâfia (Nafia İşleri Meclisi) vermiş ve bu layiha, Takvîm-i Vekayi adlı resmî gazetede yayımlanmış.
Başlangıç cümlelerini bugünkü Türkçeye aktararak ve sadeleştirerek veriyorum:
Bilindiği gibi, maarif ve bilim, insanlar için yücelik, mutluluk ve övünç kaynağı olduğu gibi servet ve zenginlik kaynağıdır da. Bu, akli ve nakli delillerle sabit olduğu gibi şu anda var olan ve görülen sanayi ve mesleklerin de bilimle meydana geldiği açıktır. Nasıl dinî ilimler, ahrette kurtuluşa vesile ise diğer bilimlerin de insanoğlunun gelişmesine sebep olacağı izahtan varestedir.
Daha 1838 yılında devletin resmî gazetesinde yer alan bu layihada bilimi yücelten ifadelerden çok dinin yeri hakkındaki ibare benim dikkatimi çekti. O zamanın Türkçesiyle aynen şöyle:
Ulûm-ı dîniyye vesîle-i necât-ı âhiret olduğu misillû… (Dinî ilimler ahreti kurtarmaya vesile olduğu gibi…)
Demek ki neymiş? Dinî ilimler, ahretimiz için gerekli imiş. İnsanlığın gelişmesi, refah içinde yaşaması için ise dünyevi ilimlere ihtiyaç varmış. Ne dersiniz, 185 yıl önceki Tanzimat aydınlarının ve devlet adamlarının dine bakışı bugünkü bazı yöneticilerden daha mı ilerde acaba?
Her şeyi, neredeyse bütün millî eğitimi cemaat ve tarikatların insafına bırakan yöneticiler, çok sevdikleri Osmanlı’nın 185 yıl önceki aydınlarından ders alırlar mı ki? Yoksa nas var nas, demeye devam mı ederler?
Çoktandır yazmak istiyordum, şimdi sırası geldi. Gazete yazarları ve televizyon yorumcuları “dogma” anlamındaki nas kelimesini türlü türlü yazıyorlar ve söylüyorlar. Kelime tek s ile nas şeklinde yazılır ve söylerken a uzatılmaz. Uzatılarak söylenirse nâs olur, o de “insanlar” anlamında bambaşka bir kelimedir. Nas kelimesi, ünsüz (sessiz) ile başlayan ek aldığında da tek s’li olur: nasta, nastan.
“Dogma” anlamında olan ve kısa söylenen nas kelimesi, ünlü (sesli) ile başlayan bir ek aldığı zaman iki s ile yazılır ve öyle de okunur: nassı, nassa, nassın. Tıpkı hak ve his kelimeleri gibi. Bu kelimeler de yalın iken veya ünsüzle (sessizle) başlayan ek aldıklarında tek k / s ile, ünlüyle başlayan ek / yardımcı fiil aldıklarında çift k / s ile yazılıp söylenirler: hak, hakta, haktan fakat hakkı, hakka, hakkın; his, histe, histen fakat hissi, hisse (kapılmak), hissetmek.
Belli durumlarda son sesin ikizleşmesi, bu kelimelerin Arapça asıllarında şedde bulunmasındandır. Arapçada şedde, ikiz ünsüz için kullanılan işarettir. Kelimeler Türkçede kullanılırken yukarıda belirttiğim şekilde olurlar. Bir dilden bir dile geçerken kelimelerin sesçe ve anlamca değişebileceği, dil biliminin çok yaygın bilgilerinden biridir.