Ahmed Midhat Efendi ve palikaryalar
Taner Ay 01 Ocak 1970
Kültür Tarihi araştırmacısı Taner Ay, Rumların Ahmed Midhat Efendi’yi dövdürmek için Pavli’nin Kahvehânesi’ne üç palikarya gönderdiğini anlatıyor.
Sirkeci Kahvehânesi Ankara Caddesi üzerinde 132 numaradadır. ‘42 yılında Ahmet Halil ile Mehmet Ali satın almadan önce, Kemal Tahir, Naci Sadullah, Peyami Safa ve Nail Çakırhan orada buluşurlarmış. Aynı cadde üzerinde 181 numarada Çakır’ın Kahvehânesi, 136 numarada Melek Kahvehânesi ve 118 numaradaysa Manastır Kıraathânesi vardır. Çakır’ın Kahvehânesi Rum palikaryalarının mekânıdır ama bir gece oraya iki bomba atılır, ölenler ve yaralananlar olur. Buna hiç şaşırmamak gerekiyor, çünkü 136 numaradaki Melek Kahvehânesi Karakol Cemiyeti’nden fedâîlerin yuvasıdır.
Rum palikaryalar demişken, Ankara Caddesi’ndeki Pavli’nin Kahvehânesi’ni de unutmamalıdır. Ahmed Midhat Efendi orada yazmayı sevenlerdendir. Rumlar onu dövdürmek için bir gün kahvehâneye üç palikarya gönderirler. Ama, Kahveci Pavli de çaktırmadan hemen Ahmed Midhat Efendi’ye haber uçurmuştur. Bir çeyrek saat sonra, elinde bastonu, Ahmed Midhat Efendi kapıdan içeriye girer. Ahmed Midhat Efendi deyip geçmemeli, gözü kara mı karadır, öfkesiniyse hiç kontrol edemez. O sırada kahvehânede palikaryalardan başka kimse yoktur. Kahveci Pavli’ye bakıp, “O serseriler bunlar mı?” diye sorar. Kahveci Pavli kekelerken, Ahmed Midhat Efendi havada uçarak onların tepelerine biner. Palikaryalardan ancak biri kaçmayı başarır. Diğerleriyse Ahmed Midhat Efendi’nin öfkesinin kurbanı olurlar. Zavallılar öyle feci bir dayak yemişlerdir ki, polis onları ancak Ahmed Midhat’a yalvar yakar kurtarabilmiştir.
Ankara Caddesi’nin Ebussuut Caddesi’yle kesiştiği köşede Meserret vardır. Salâh Birsel orayı ‘40 yılında iki bölüm olarak anımsıyor. Kapının karşısındaki ve soldaki bölümde tavlacılar, ocağın önündeki soldaki bölümdeyse gazeteciler ve edebiyatçılar oturuyorlarmış. Mustafa Ragıp, Bâb-ı Âli Baskını sırasında İttihatçılar’ın da orada toplandığını yazmıştı. Başlarında da Yakup Cemil vardır. Ama İttihatçılar’dan önce edebiyatçıların orayı mesken tuttukları muhakkaktır. Ahmed Rasim, Abdülhalîm Memdûh, Halit Ziya, Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit gibi Servet-i Fünun yazarlarının oraya sıkça uğradıklarını biliyoruz. Onların peşinden de, Halit Fahri, Ali Naci, Selahattin Enis, Yakup Salih ve Hakkı Tahsin Meserret’in müdâvimleri olmuşlar. Ancak, ismi o sıralar istibdat yüzünden Meserret değil, Yıldız Kıraathânesi’dir. Meserret’i Salih Efendi işletiyordu. Sevimli bir adammış, herkesin onu sevdiğiyse kayıtlara geçmiştir. Salih Efendi’yi sanırım en fazla da Halit Ziya severmiş. Yazılanlara göre, Salih Efendi de müşterilerini isim isim bilirmiş.
Meserret, Bâb-ı Âli’den ekmeğini çıkarmaya çalışanlarınn güne başladıkları yerdir. Bu yüzden de hep gazetecilerin yuvası olmuştu. Sirkeci’deki Sansaryan Han’dan sızdırılan polis haberlerinin oradan gazetelere dağıtıldığını bilmeyen yoktur. Meserret’i bir de dergiciler pek seviyormuş. Örneğin, Rıfat Ilgaz, Hüsamettin Bozok ve Ömer Faruk Toprak, Yürüyüş dergisini orada çıkarmışlardı. ‘41 ile ‘43 arasında Yaratış ekibi de her gün oradadır. Kemal Uluser, Sabahattin Batur, Selahattin Hakkı ve Halit Eskişar. ‘44 yılındaysa, Sait Faik, Ertuğrul Şevket, Mahir Süleyman, İskender Fikret ve Salâh Birsel bir yayınevi kurmak için Meserret’te toplanmışlardı.
Meserret’i mesken tutan edebiyatçılar her dönem değişmiştir. Orhan Kemal’in Meserret’e gelişiyse ‘51 yılıdır. Onunla birlikte Fikret Otyam da oraya damlamıştır. Bafra sigarasını ucu ucuna eklerlerken, çay üstüne çay içerler. Salâh Birsel, Orhan Kemal’in sabahın çok erken saatlerinde kapağı Meserret’e attığını ve pencerenin önünde ev kirasını nereden ve nasıl bulacağını kara kara düşündüğünü yazar. Ama, Meserret’i sevmeyenler de vardır. Onların başına da Osman Cemal Kaygılı yazılmıştır. Osman Cemal, gönlü bol bir halk adamı olmasına karşın, sağdan soldan yükselen tavla sesinden hiç hazzetmez. Yolda eğer Meserret’e giden Halit Fahri Ozansoy’a rastlarsa, onun koluna girip Şahin Oteli’nin karşısındaki sinemaya soktuğu çok olmuştur.
Sultanahmet’e çıktığımızda “Akademi” vardır. Aslına bakarsanız bu kahvehânenin ismini doğru dürüst anımsayan pek kimse yoktur. Şöyle bir baktım da, herkes farklı şey söylüyor. Salâh Birsel’de ise Köşe Kahvehânesi olarak geçiyor. Ama, Hasan Âli Yücel oraya “Akademi” dediği için bugün herkes orayı “Akademi” olarak biliyor. Müdâvimleri arasında, Ahmet Hamdi Tanpınar, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Rıza Tevfik, Ahmet Kutsi Tecer, Yunus Kazım Köni, Hilmi Ziya Ülken, Emin Ali Çavlı, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Enis Behiç, Hakkı Süha, Fuad Köprülü, İbrahim Alaattin, İbnülemin Mahmut Kemal, Osman Cemal Kaygılı, Hamamizâde İhsan ve Mükrimin Halil vardır. Yahya Kemal ile Süleyman Nazif ise daha çok Yeni Şark Kahvehânesi’ne takılıyorlardı.
Salâh Birsel’e göre bir değil iki “Akademi” vardır, biri Köşe Kahvehânesi’dir, diğeri de İkbal Kıraathânesi’dir. İkbal, Nuruosmaniye Caddesi’nin sonunda, sol köşededir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında oraya uğrayanların arasında, Fuat Köprülü, Yusuf Ziya, Enis Behiç, Agâh Sırrı, Falih Rıfkı, Hasan Âli, Ahmed Hamdi, Yahya Kemal ve Nâzım Hikmet vardır. Dergâh dergisinin yazarlarının da İkbal’de kendilerine mahsus bir köşe kaptıkları yazılmıştır. Bir de, Necip Fazıl’ın ifâdesiyle, “nâmsız, ve gizli gamları içinde gamsız, bedbaht yüzlü, ekşi suratlı dâhicikler” İkbal’a takılmaktadırlar. Necip Fazıl üstadımız onların mahfiline Esafil-i Şark ismini Emin Âli’nin koyduğunu söylüyor. Emin Âli, tarih hocasıdır, Bâb-ı Âli’de her yere girip çıkmasıyla ve Hakkı Tarık’ın dostu olmasıyla şöhretlidir. Aslında, Esafil-i Şark mahfili, Dergâhçılardan ve diğerlerinden toplanma matrak bir topluluktur. İsminin kaynağı konusunda Necip Fazıl’dan farklı şeyler yazanlar olmuştur ama, bu isim ister Emin Âli’den isterse de Nazmi Acar’dan çıkmış olsun, benim açımdan pek bir önem taşımıyor. Buna karşın, Necip Fazıl’ın onlara “budalalar”, “dehâya hasret cüceler” veya “ekşi suratlı dâhicikler” demesineyse, ancak üstada münhasır bir hurde teferruat olduğundan, her defasında takılıp kalıyorum.
Nuruosmaniye’den doğruca Bâyezîd’e çıkalım diyeceğim ama, Kapalıçarşı içinde“Yağlıkçılar Sokak, No.134” adresindeki Şark Kahvehânesi’ne şöyle bir uğramadan olmaz. Şark Kahvehânesi’ni İsmail Atalay ‘58 yılında açmıştı, en son işin başında oğullarından Oğuz Atalay vardı. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda İstanbullu her edebiyatçının mutlaka orada kahve içmişliği vardır ama, nedense bir edebiyat mahfilinin mekânı olamadı. Bugün Şark Kahvehânesi’ni ara ki bulasın. Bildiğim kadarıyla, Oğuz Atalay’ın vefâtının ardından aile içinde miras sorunu çıkınca, kahvehâneyi hemencik İngiliz firması Timothy Oulton’a satıvermişler. Çarşıdan meydana çıkınca, bir zamanlar ilk akla gelense Küllük olurmuş. Nevzat Sudi orayı, Bâyezîd Camii’nin meydana bakan kapalı kapısının ön tarafında, dar yolun diğer tarafındaki Emin Efendi Lokantası’nın mutfak kısmına bitişik, ön cephesi boydan boya camlı, tek katlı ve limonluk benzeri bir mekân olarak tarif ediyor. Reşad Ekrem üstadımız ‘38 yılında oranın “Muallimler Bahçesi” ve “Akademi” olarak iki isminin daha bulunduğunu yazmıştı.
Mekâna niçin Küllük dendiğini de Vâ-Nû’nun ‘39 yılındaki bir makalesinden öğreniyoruz. Havalar güzelse, masalar dışarıda, ağaçların altındadır. Neriman Hikmet döneminde Enver, Nevzat Sudi dönemindeyse Nimet, kahvehânenin en şöhretli garsonlarıdır. Küllük’ün sâhibi de, ufak tefek, kırpık kırçıl bıyıklı ve mavi gözlü İsmail Hakkı Efendi’ymiş. ‘30’lu, ‘40’lı ve ‘50’li yıllarda Küllük’ü seven pek fazladır, onların başına da Tarık Buğra’yı yazarım. Ama, sayıları onlar kadar olmasa bile, Küllük’ü sevmeyenler de vardır. Küllük aleyhtarlarından Refik Halit ve Necip Fazıl ilk aklıma gelen isimler. Refik Halit “Üç Nesil Üç Hayat” isimli nefis kitabında okuruna öyle bir Küllük anlatır ki, zavallılar Hacı Pintoros’a kavuşmaktan beter olurlar. Necip Fazıl’ın Küllük müdavimleri için “İslâm cenazesi geçerken frenk muaşeret kitaplarındaki bir kaide titizliğiyle ayağa kalkan zarif adamlar kitlesi” demesiyse, beni çok güldürmüştü.
Küllük’ün asıl büyük şöhreti edebiyatımızın ‘40 Kuşağı’na mekân olmasıyladır. Attilâ İlhan ‘40 Kuşağı için “Fedailer Mangası” derken haklıydı. Çünkü, akademik çalışmalara nedense “Toplumcu Gerçekçilik” yazarları olarak giren ‘40 Kuşağı’ndan hemen herkes, aslında “Réalisme socialiste” fedaisiydi. “Toplumcu Gerçekçilik” ise “Réalisme socialiste” teriminin hatalı Türkçesiydi. Bu terimi Nasri Nihat’ın “İhtilâlci realizm”, Kemal Sülker’in “İnkılâpçı realizm” ve Behice Boran’ın “Realist ve inkılâpçı ileri sanat” şeklinde kullandığını anımsayanlar çıkacaktır. Az kalsın unutuyordum, sahi bir de “Réalisme socialiste” karşılığında “Aktif realizm” terimini yeğleyenler vardı. Yazılanlara göre, Küllük, asla onların tek mekânı olmamıştı. Küllük’te değilseler, fedaileri, gündüzleri Rusçuk Köftecisi’nde ve Marmara Kıraathânesi’nde, geceleri de Yenikapı’daki Muzaffer’in Meyhânesi’nde bulmak mümkünmüş. Küllük’te toplandıklarındaysa, daha ziyâde arka bölümde oturuyorlarmış.
Küllük bahsi açılınca, Abidin Dino ile Ârif Dino sıklıkla karıştırılıyor. Orayı mesken tutan Ârif’tir, Abidin değil. Kaldı ki, kıçı kurtlu Abidin’in bir yerde saatlerce oturması tahayyül dahi edilemezmiş, dört kâğıtlıdan iki fırt çekince kafası kesik horoz gibi oradan oraya koşturup durduğu söylenmiştir. Sanırım onun için “sadece boynuzları ve kuyruğu eksik şeytan tasviri” diyen Necip Fazıl birazcık haklı gibi. Ârif ise sabahtan yatsıya Küllük’tedir. Onların bir de Ahmed isminde ağabeyleri vardır ama, pek bilinmez. Oysa, Ahmed Dino’nun ıssız Şişli köyündeki apartman dairesi sosyetik bir edebiyat ve sanat mahfilidir. Necip Fazıl oraya bir avamdan Esafil-i Şark mensuplarının sızamadığını yazmıştı. Toplantılarda Ahmed Dino’nun zevcesi Nermin Hanım ise bir “Madam Récamier” olurmuş, her ne kastediliyorsa. Peki, bu çılgın Dino kardeşlerin “34 CTL 70” plakalı otomobiliyle Boğaz Köprüsü’nün Beylerbeyi ayağına gelip de, oradan denize atlayarak intihar eden Beşiktaş’ın efsane kalecilerinden Sabri Dino’nun amcaları olduğunu biliyor muydunuz?
Bâyezîd’deki Çınaraltı’nın şöhretiyse, “Réalisme socialiste” ekibindekilerin Küllük’ü mesken tutmasından dolayı oradan kaçıp da Çınaraltı’na sığınan sağcı ve muhafazakâr edebiyatçılardan geliyor. İsmine nazaran bir çınarın altında olduğunu düşünmeyin, kahvehâne yaşlı bir at kestanesi ağacının altındaydı. Aslında onların fedailerden kaçışı sembolik bir tavırdı, öğlenleri yine Emin Efendi Lokantası’nda veya Deli Hafız’ın Lokantası’nda buluşuyorlar, birbirlerinin dergilerine yazı ve şiir veriyorlardı. Bu yüzden de osuruğu düğümlenen tek bir edebiyatçı yoktu...