Medenileştiren fıtrat, vahşileştiren menfaat
İskender Öksüz 01 Ocak 1970
Bir kuyrukta sıra bekliyorsunuz. Belli ki sıranın size gelmesi uzun sürecek. Ve birisi sıraya aldırmadan önünüze geçiyor. Ne hissedersiniz?
Ne hissedeceğiniz bellidir. Bu yüzden çıkan kavgalara şahit olmuşsunuzdur.
Eşimi bir kadın örgütü davet etmişti. Kadın haklarına hassasiyetinden ötürü hemen kabul etti. Arabayla aldılar. Gidip konuştu ve geri döndü. Üzüntü içindeydi. Meğer davet iktidar partisinin bir kuruluşundan, belki de yerel kadın kollarındanmış. Üzüntüsünün sebebi: “Girmediğimiz ters yön, geçmediğimiz kırmızı ışık kalmadı!“. Hatırlayın, aynı cenahtan, mahkeme kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum sözleri yükselmişti. Hatta “Kırmızıda durmayacağız!” diye övünmek de…
İnsan fıtratında, yani insan genetiğinde, kurala saygı ve kural çiğneyene öfke kazılıdır. Bu kod ancak şahsî çıkar arsızlığıyla çiğnenir. Bir de toplumun ihlallere ve hak çiğnenmesine duyarsızlaşmasından. Fakat ne kadar duyarsızlaşırsa duyarsızlaşsın, yine de genetik kod oradadır. Düşünün, son günlerde, mafyanın bile çiğnenmez kuralları olduğunu öğreniyoruz. Mafya ki, kanun dışılık üzerine kurulmuştur; fakat onun da kanunları vardır demek ki.
Asansör bize de mi bozuk?
Bir tarafta fıtrattaki adalet duygusu, diğer tarafta çürüyen toplumun yolsuzluğu, ayrıcalıklı davranışları kanıksaması. Bu iki eğilimin, bu iki gücün çekiştiği bir ülkede yaşıyoruz. İkisi de bizim geleneğimiz demek ki…
Rahmetli Doğan Cüceloğlu’nun bir konferansında dinlemiştim; belki bir kitabında da yazmıştır. ABD’den Türkiye’ye bir gelişinde kardeşinin apartmanına giriyorlar. Asansöre bir kâğıt yapıştırılmış. Üzerinde, “Asansör bozuk” yazıyor. İki Cüceloğlu merdivene yönelirken içeriye kalantor bir zat giriyor ve orada duran kapıcıya sesleniyor: “Asansör bize de mi bozuk!” İkisi de şaşırıyor. Ne de olsa kültür dejenerasyonuna sâhipler. Yurt dışı görmüşler; üstelik şehirliler. Onları sınırlı kavrayışlarına göre asansör bozuksa herkese bozuktur ve kırmızıda durulur.
Batı yönünde yurt dışına çıkanlardan birkaç defa dinledim: Bu Almanlar, bu Amerikanlar ne kadar aptal! Hatta rahmetli sanayi kimya hocam derste anlatmıştı: Almanların tren biletlerindeki yer numaraları onları yan yana oturtmuşsa, yolculuğun sonuna kadar öyle otururlar, hatta tersine giderler ama hiç olmazsa birisi karşı koltuğa geçmeyi akıl etmez. Aptal bunlar! Değil mi?
Almanlar bu konuda genetik kural saygısıyla toplumun genel kültürünü birleştirmişler demek ki… Disiplinleri ve kurallara uyumları hep konuşulur zaten. Belki tamamı öyle değildir. Rüşvet talep eden Alman da gördüm zamanında. Fakat toplumlar hakkındaki genellemeleri çoğunlukla böyledir diye anlamak gerekir.
Aptal Batılılar ve açıkgöz bizler
Başka bir yerde başımdan geçen tuhaf bir hikâyeyi anlatmıştım. Yolculuk ettiğim taksi, kırmızı ışıkta duran, önündeki arabaya korna çalıyordu. Niçin çalıyorsun, görmüyor musun, ışık kırmızı demiştim. Şoförün cevabını on yıllar sonra hatırlıyorum: Kırmızıda durulur mu? Müsaitse geçilir! Müsaitliğin içinde, trafik polisi yoksa anlamı da vardı tabi.
Körü körüne kurallara uyan Almanlar karşısında kendilerini akıllı ve üstün hissedenlerin bir başka şeye dikkat etmelerini isterim. Alman şehirlerinde trafik, bizimkine göre çok hızlı akar. Çünkü yeşil yanan kavşakta Alman şoför ayağını gazdan çekme ihtiyacı duymaz. Çünkü orada, kırmızıda geçilmez. Işık kırmızı ise geçmek hiçbir zaman “müsait” olmaz. Ve kırmızıda durmayacağız diye övünülmez. Geçen ayıplanır.
Adaletle menfaatin çatışması
Bu düşünceler beni şu noktaya getirdi: Kuralları çiğnemek veya kurallara uymak… Bu, toplumun çıkarıyla şahsımın çıkarı arasındaki gerilimmiş aslında. Toplum kurallara uyulmasını istiyor. Bu genetik. Şahsım, ya topluma saygı duyacak, kurallara uyacak. Veya tam tersine, şahsım, kendi menfaatini toplumun menfaatinin üstünde görecek; kurallara uymuyorum, saygı da duymuyorum diyecek… İkilem bu işte.
Toplumun çıkarını, toplumun koyduğu kuralları çiğnemek başkalarına saygısızlıktır. Hakarettir. Ve görünürlüğü yüksek kişiler çiğneme eylemini âdet hâline getirirse, bu zamanla insanları onlardan uzaklaştırır. Bu adalet içgüdüsüdür.
Kurallara uymak, ülkede millete saygı duymaktır. Kendi çıkarını, milletin çıkarından üstün görmemektir.
Bir partide, yönetimin kurallara uyması, partili arkadaşlarına saygı duymaktır. Şahsını onlardan üstün görmemektir. Yönetim bir ayrıcalık, bir böbürlenme, bir vurdumduymazlık beratı değildir; bir yüktür. Toplumun yararı için yüklenilen ağır bir yüktür. Bu saygıya, bu anlayışa demokrasi diyoruz. Ülkede de, dernekte de, partide de. Hem çevresine hem de kendine saygı duyanlar; yani izzeti nefis, yani öz saygı sahipleri, demokrasisiz ve adaletsiz ortamda yaşayamaz, orayı terk eder. Geriye bu hasletlere sahip olmayanlar kalır. Onlar, belki benim de bir menfaatim olur diye bu aşağılanmaya tahammül eder. İyiler ayrılınca geriye sadece kötüler kalır ve kurumun tamamı kötüye gider. Buna çürüme, inkıraz diyoruz.