Memduh Ünlütürk Suikastı
M. Metin Kaplan 01 Ocak 1970
7 Nisan 1991, İstanbul
Üsküdar, İhsaniye Mahallesi, Bestekâr Selahattin Pınar Sokaktaki apartmanın önünde park eden sivil araçtan; bir Üsteğmen ve üç er hızla indi… Erlerden biri, Üsteğmen’in işareti üzerine apartmanın giriş kapısı önünde tertibat aldı, diğerleri Üsteğmen’le birlikte içeri girdiler… Telaşsız ve fakat çabuk adımlarla merdivenleri tırmanıp, malûm dairenin kapısı önüne gelip, durdular.
Üsteğmen, bir yandan arabada otururken az da olsa buruşmuş olan üniformasının eteklerini çekiştirerek olabildiğince düzetmeye çalışırken, diğer yandan da emrinde bulunan iki ere ‘Siz de üst başınızı toparlayın’ anlamına gelen bir işaret yaptı… Ardından düğmelerini kontrol etti, hepsi ilikliydi… Ceplerinin kapaklarını düzleştirdi... Kravatını düzeltti… Erleri gözleriyle denetledi, gördüklerinden tatmin oldu… Her şey normaldi… Ve kapının ziline bastı.
Zil çaldığında, Nerime ve Memduh Ünlütürk çifti oruçlarını henüz açmış, iftar masası başında çaylarını yudumlayarak Ramazan keyfi yapıyorlardı… Sesi duyduğunda Nerime Ünlütürk’ün yüreği nedense ‘cız’ etti… “Hayırdır, inşallah!” dedi Nerime Hanım. Memduh Bey söyleneni duymazdan geldi.
“Hayırdır, inşallah…” dedi Memduh Beye tekraren, “Bu saatte, kim gelmiş olabilir ki?”
“Hayırdır Hanım, hayırdır! Bizim şerle ne işimiz olur ki bu yaştan sonra? Aç bakalım. Kapıyı açmazsan bilemeyiz ki kimin geldiğini.”
Nerime Hanım isteksiz isteksiz masadan kalktı. Yorgun ve lâkin meraklı adımlarla kapıya doğru yürüdü.
Eşinin arkasından şefkatle bakan Memduh Bey ‘İyice yaşlandı artık’ dedi kendi kendine, ‘Her bir şeyden şüphelenir oldu… Yetmiş oldu mu acaba?’ İçinden kabaca bir hesap yaptı, yetmiş olmuştu… ‘Hem yetmiş oldu, hem de çok yoruldu’ dedi, ‘Kolay mı? Neredeyse elli yıl oldu, evleneli...’ Nerime Hanım ile Memduh Bey neredeyse elli yıldır evliydiler… Memduh Bey yetmiş dört yaşındaydı, Nerime Hanımsa yetmiş… Memduh Ünlütürk bitmekte olan çayından son bir yudum aldı… Boş bardağı çay tabağına koydu… Yenisini doldurması için karısının geri gelmesini beklemeye başladı… O emekli de olsa bir askerdi, hizmet almaya da emir vermeye de alışıktı… Tümgeneral olarak emekli olmuştu…
Nerime Ünlütürk, kapıyı açmadan önce, kapının gözetleme deliğinden zili çalanlara dikkatlice baktı… Kapıyı herkese açmazdı… Hele tanıdığı biri değilse gelen, katiyen… Üsteğmen üniformalı bir kişi gördü… İçi yeniden ‘cız’ etti, yüreğine bir ateş düşmüştü, sanki… ‘Hayırdır inşallah’ dedi içinden… ‘Hayırdır, inşallah!’ Damadı Albay Atilla Yalazer daha yeni Çorlu’ya gitmişti. ‘Acaba yolda bir kaza yaptı da haberi mi geldi?’ diye düşündü… Bir kez daha ‘Hayırdır inşallah’ dedi. Hiç tereddüt etmeden kapıyı açtı. Hayatı bu insanlarla; askerlerle geçmişti. Askerlerin ne zaman, hangi saatte gelecekleri ve kapınızı çalacakları hiç belli olmazdı. Buna, geçen yıllar içinde alışmıştı.
“Buyurun evlâdım” dedi mütereddit “Ne istemiştiniz?”
“Komutanla görüşeceğiz” dedi Üsteğmen kararlı bir sesle, “Çok önemli.”
“Buyurun… Kapıda kalmayın… İçeri geçin… Paşa içerde… Masada” dedi zorlukla kurduğu kısa kısa cümlelerle, ama yüreğindeki ateş sanki daha da büyümüş bir yangın halini almıştı… Bunu, fark etti… Bir anlam veremedi.
Üsteğmen ile iki er, aceleleri varmış gibi ayakkabılarını çıkarmadan hemen içeri girdiler… Bu, Nerime Ünlütürk’ün dikkatini çekti… Gerçi çıkarıp çıkarmamaları kendisi için önemli değildi, ama Türk askeri bu kadar kaba olamazdı… Bunda bir iş vardı… ‘Bunda bir iş var’ dedi kendi kendine… ‘Bunda bir iş var, ama hadi hayırlısı.’
O anda gelenlerin hiç birinin postal giymemiş olduklarını fark etti… Üsteğmen hadi neyse de erler dahi postal giymemişlerdi… Hâlbuki erler postallı olmalıydılar… Askerlikte kuraldı, bu… ‘Allah Allah’ dedi içinden ‘Kaideler mi değişti, acep?’ Yüreğindeki ateş de üstüne benzin dökülmüş gibi harlanıyordu… Böylesi başına ilk kez geliyordu… Muhakkak bir şey vardı da acaba neydi?
Mutlaka kötü bir şey olmuştu… Ya damadı kaza geçirmişti, ya da… Ya da damadına suikast yapılmıştı… Bu ihtimal aklına gelir gelmez; ‘Tövbe, tövbe’ dedi kendi kendine ‘Ağzından yel alsın, Nerime! Bunu da nereden çıkardın?’
“Haydi!” dedi Üsteğmen. Susturucu takılı tabancasını çekerek… “Haydi!” İki er de anında tabancalarını çektiler… Biri, Nerime Ünlütürk’ün ağzını kapadı sıkıca eliyle, diğeri “Sus! Sesini çıkarma! Seninle bir hesabımız yok!” diye bağırdı, silâhı başına dayayarak.
Üsteğmen; “Hesabımız seninle!” diye haykırarak, içerde yemek masası başında olan bitenden habersiz eşinin gelip çayını tazelemesini bekleyen Memduh Ünlütürk’ün yanına koştu. Tabancasını doğrulttu; “Hesabımız seninle!” diye bir kere daha tekrarladı.
Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk, -çaresizlikten mi yoksa tevekkülden mi tam olarak belli değil- muhtemel katiline gözünü kırpmadan öylece bakıyordu. Bu sahneyi, sanki çok uzun bir zamandan beri, bekliyor gibiydi… 12 Mart 1971’den bu yana tehditler alıyordu… İsminin hemen hemen bütün sol ve bölücü terör örgütlerinin ölüm listesinde bulunduğundan haberdardı… Bir saldırıya uğraması ihtimali hep vardı… Bu, öyle ya da böyle, orada ya da burada bir gün mutlaka gerçekleşecekti… ‘Kısmet ve ecel bugüneymiş’ dedi içinden… Olacakları, sabırla bekliyordu… Hiç korkmadığını fark etti, bu, kendisini rahatlattı... Bir asker olarak, askerî okula kaydolduğu günden itibaren ölümün gerçekliğini kabullenmişti.
Fakat bunun, evinin içinde olabileceğini hiç aklına getirmemişti… Hatta Devlet de suikast dışarıda; ya eve girerken ya da evden çıkarken olabilir ihtimali üzerinde duruyordu… Alınan tedbirler de buna göreydi… Nitekim evinin önünde her zaman bir koruma polisi bulunuyordu. Ancak Türkiye’de terör azgınlaşıp suikastlar iyice artınca, on gün önce Paşa’ya yakın koruma verilmesi kararlaştırılmış ve bu, kendisine bildirilmişti. Fakat Memduh Ünlütürk, bir haftalık bir Ankara seyahati olduğunu söylediği için yakın koruma tayin edilmesi seyahatten dönüşüne tehir edilmişti… Paşa, Ankara’dan döneli üç gün olmuştu, ama ne Emniyet yetkilileri ne de Memduh Ünlütürk yakın koruma meselesini halletmek için harekete geçmemişti… Tabii o arada evin önünde bekleyen polis memuru da başka bir yere atandığı için görev yerini terk etmişti… Ve nasıl oldu ise Dev Sol tam da bu koruma boşluğundan istifade etmiş ve baskını gerçekleştirmişti!
Er kıyafeti giymiş Dev Sol örgütü mensubu iki terörist, Nerime Ünlütürk’ün ellerini ve ağzını aceleyle bağlayıp, olduğu yere; antreye yatırdılar… Nerime Hanım direnemedi, bile… Başında beklemeye başladılar.
“Gel bakalım, seninle görülecek hesabımız var!” dedi, elindeki susturucu takılmış tabancayla Memduh Ünlütük’ü enterne etmiş olan terörist.
“Ne hesabıymış, bu?” diye bir soruyla cevap verdi, Memduh Ünlütürk yerinden kalkmadan.
“Ne hesabı mı?” diye kızgınca sordu, militan. “Ne hesabı mı? Bilmiyor musun? Ziverbey Köşkü’nde işkenceden geçirdiğin onlarca devrimcinin hesabı! Unutur muyuz sandın?”
“Bana verilen görevi yaptım, ben… Kimseye de işkence yapmadım.”
“Hah, işkence yapmamış… Ziverbey Köşkü’nde yuvalanan kontrgerillanın başı sen değil miydin? ‘Bomba Davası’ sanıklarını işkenceden geçirmedin mi? Bizi aptal mı sanıyorsun?”
“Ben hiç kimseye işkence yapmadım… Yaptırmadım! Kontrgerillanın başı da değildim… Ben, yalnızca bana verilen emirleri yerine getirdim” dedi Memduh Ünlütürk ve bir anlık tereddütten sonra ekledi; “Orgeneral Faik Türün, ne emrettiyse onu yaptım.”
“Faik Türün mü?” diye sordu Dev Sol militanı… “Kontrgerillanın başı Faik Türün müydü?”
Memduh Ünlütürk, teröristin dikkatinin yoğunlaştığını görünce, vakit kazanmak için devam etmeye karar verdi. “Evlâdım” dedi “Kontrgerillanın başı değildi, Faik Türün... 1. Ordu Komutanıydı.”
“Kimdi, kontrgerillanın başı, peki?”
‘Bu soruya ne cevap vereceğim, şimdi?’ diye düşünmeye başladı, Memduh Ünlütürk… Sonunda, bildiği her şeyi anlatmayı daha uygun buldu… Zaman kazanmaya çalışıyordu… Belki bir gelen olur ve belâdan kurtulmayı başarabilirdi… Hem zaten her şeyi Emekli Deniz Binbaşı Erol Mütercimler’e anlatmıştı… Gizlisi saklısı kalmamıştı ki… “Bir kişinin bildiği bir şey sır değildir.”
“Orgeneral Turgut Sunalp ile Alparslan Türkeş’ti” dedi, ancak Memduh Ünlütürk’ün bu söylediği doğru değildi. Ya yanlış biliyordu ya da bilerek yanlış söylüyordu. Çünkü ne Sunalp ve ne de Türkeş kontrgerillanın başı olmadıkları gibi kurucularının içinde bile değillerdi!
Dev Sol tetikçisi Alparslan Türkeş’i biliyordu, ama Turgut Sunalp’i bilememişti… Kim olduğunu öğrenmek istedi… Belki bir gün lâzım olurdu… “Kim bu, Turgut Sunalp? Ne iş yapar?”
“Korgeneraldi o zaman, 72’de Orgeneral oldu… Genelkurmay 2. Başkanlığı yaptı… 12 Eylül’den sonra da MDP’yi kurdu… Son olarak MDP’nin Genel Başkanı idi, daha sonra istifa etti… Şimdi ne iş yapar, bilmiyorum.”
“Hım, demek öyle… Biz, buluruz nasılsa… Başka kimler var, kontrgerilla da?”
“Evlâdım, örgüt çok büyük… O kadar büyük ki… Devlet’in de üzerinde… Kimler yok ki… Devlet adamları, politikacılar, profesörler, gazeteciler, büyük iş adamları, sanatçılar, yazarlar her kesimden bir dolu adam var… Ama isimler şu an aklıma gelmiyor.”
Ancak birden uyandı, militan; aklı başına geldi, zaman kaybediyordu... Oysa acele etmeli, görevi bir an evvel yerine getirmeliydi.
“Diz çök!” dedi, “Diz çök!”
Öldürüleceğini anlayan Memduh Ünlütürk, anlamazdan gelerek; “Niye ki evlâdım?” diye sordu.
“Seni, Kızılderede’ki rolün ve Ziverbey Köşkü’nde katıldığın işkencelerden dolayı, Devrimci Sol Örgütü Silâhlı Devrimci Birlikleri adına infaz edeceğim” diye cevap verdi, terörist militan... Ezberlediği uzun cümleyi, papağan gibi tekrarlayarak...
“Yapma evlâdım… Kıyma bana… Yetmiş dört yaşında emekli bir adamı öldürmek örgüte hiç bir şey kazandırmaz.”
“Diz çök, dedim… Diz çök!”
“Yapma evlâdım…” diye, bu kez âdeta yalvardı Memduh Ünlütürk… Sonra birden aklına bir şey geldi… Bu, son kozu olabilirdi… Bir an bile duraksamadan, kullandı… “Nahit Töre benim yeğenimdir…” dedi, “Ben, Nahit Töre’nin dayısıyım… Kıyma bana.”
Nahit Töre adını duyunca, Dev Sol militanı sersemlemiş gibi durakladı… Nahit Töre, Deniz Gezmiş’le birlikte THKO’nu kuran devrimci önderlerdendi… Gerçi kendisinin bağlı olduğu fraksiyondan değildi, ama olsun, devrimci savaşıma hizmet etmiş bir devrimciydi… Böyle bir devrimcinin dayısı infaz edilir miydi, edilmez miydi? Ne yapmalıydı? Nasıl davranmalıydı? Keşke, Bölge Sorumlusu’na danışabilseydi… Ancak bu mümkün değildi… Hem kendisine bu görevi veren Örgüt, bu durumu mutlaka biliyor olmalı idi… Örgüt infaz kararı almış ise kendisine bunu yerine getirmek düşerdi… Düşünmek, çözümleme yapmak kendisinin işi değildi… ‘Düşünmek, çözümleme yapmak; benim işim değil!’ dedi.
O tecrübeli bir tetikçiydi; gözlerini yumar, vazifesini yapardı… Emekli Başkomiser Aydın Barış (12 Aralık 1990)’ı Ziverbey’de, Emlakçi Fezail Bulak (26 Aralık 1990)’ı Büyük Armutlu’da, ABD’li Emekli Albay John H. Gany (22 Mart 1991)’ı Yeşilköy’de ve Siyasî Polis Hacıbey Kaya (5 Nisan 1991)’yı Beşiktaş’ta o infaz etmişti… O, Örgütün en iyi tetikçilerinden biriydi… Tereddüt etmezdi, edemezdi… Hangi sebeple olursa olsun, örgüt kararını sorgulamazdı, sorgulayamazdı… Yoksa Örgüt kendisinden şüphe ederdi… Bu da infaz edilmekle sonuçlanacak bir süreci başlatırdı.
“Diz çök!” diye haykırdı… Memduh Ünlütürk kıpırdamadı… “Diz çök!” diyerek tekrarladı.
Memduh Ünlütürk yerinden oynamadı, bile… Kurtulmasının imkânsız olduğunu anlamış ve ölümü kabullenmişti… Gözlerini muhtemel katilinin gözlerinin içine sabitlemiş, kurbanlık koyun gibi melul mahzun bakıyordu… Tetikçi, Memduh Ünlütürk’ün hüzünlü ve çaresiz bakışlarına daha fazla dayanamayacağını anlayınca, susturucu takılmış Baretta tabancayı şakağına dayadı… Son bir kez daha bağırdı; “Diz çök!”
Memduh Ünlütürk yerinden kalkmadı, diz de çökmedi sadece yapma, ne olur der gibi ellerini kaldırdı… Dev Sol militanı tetiğe dokundu… Tabancadan ‘blop” diye bir ses çıktı, hafifçe… Sesi teröristten başka hiç kimse duymadı… Memduh Ünlütürk cansız olarak sandalyeden yuvarlandı… Düşerken masadaki sürahiyi yere düşürdü… Kırıldı… Kırılan sürahinin çıkardığı ses, silâhın çıkardığından fazlaydı.
Üsteğmen kıyafetli tetikçi, er kıyafeti giymiş olan arkadaşlarının yanına seğirtti… “Tamam!” dedi, “Çabuk olun! Gidiyoruz!”