« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

07 Eki

2024

Milliyetçi Hareket ve Metot Meseleleri

Nevzat Kösoğlu 01 Ocak 1970

Her aksiyon, hakim kılmak istediği fikrin mahiyetine ve gerçekleşeceği içtimai muhite göre, kendine has özellikler taşıyan bir yöntemle gelişir. Diğer bir söyleyişle her fikir, muhtevasına ve gerçekleşeceği çevrenin şartlarına göre, özellikler arzeden yöntemini kendi bünyesinde taşır, Bunun için, mücerret aksiyon prensipleri a- ramaktan çok, belli bir kültür çevresi içinde kavgası yapılmak istenen belli bir fikrin, aksiyona geçişteki usul ve tarzı ortaya konulmalıdır.
İçtimai oluşlarda mutlak bir determinizmin hakim olduğu fikrini taşıyan düşünce sistemleri için de mücerret aksiyon kuralları tespit etmek mümkün dür. Hele bu olayları tek sebebe bağlayarak açıklamak meylinde olanlar için bu daha da kolaydır. Ancak, bu halde bile, tespit edilebilen aksiyon kuralları çok genel bazı stratejik prensipler olmaktan öteye geçemez. Uygulamada, bu aksiyon prensiplerinin içtimai çevre ve bu kültür içindeki insanın gerçeği ile kontrol edilmesi zarureti daima kendini gösterir. Marksist hareketin tarihi seyri, çoğu kere kendini inkâr bahasına, bu düşünceyi doğrular.
Marksizm, aksiyonunun ilk safhasında, bütün insanlara ayni kelimelerle hitap edip, yayılmak istediği bütün memleketlerde ayni teşkilatlanma prensipleri ile gelişmeye çalışmıştır; Marksist tarih anlayışının ve sosyolojinin gereği de budur. Ayni tarihi gelişme noktasında bulunan bütün ülkelerde ayni slogan ve usullerle Marksist hareketi yürütmek, bu düşünce sisteminin mantıki zaruretidir. Ne var ki, Marksistler, sistemlerinin özüne ne kadar aykırı olursa olsun, çeşitli ülkelerde değişik metotlar kullanmak zorunda kalmışlardır. Diğer bir söyleyişle, Marksist metot içtimai gerçekler tarafından terbiye edilmiş ve mürebbii sayısınca çeşitlenmiştir. Birinci harp esnasında çeşitli sosyalistlerin, harp karşısında çok değişik tavırlar takınması ve hele, Rusya'da 917 ihtilâlinin gerçekleşmesi Marksist teoriyi kökünden çökertmiş ve tabii ki teorik aksiyon usulleri de havada kalmıştır. Bu gün, dünyadaki sosyalist hareketlerin güdücülüğünü yapan Rusya’nın, farzı muhal sırf sosyalist teorinin başarısı için çalıştığını kabul etsek bile, değişik usuller kullandığını, her ülkede başarı için değişik yaklaşma istikametleri aradığını ve uygulamaya çalıştığını görmekteyiz. Sosyalist hareketin bu tarihi seyrinde, bütün toplumlar için geçerli aksiyon prensipleri bulmanın mümkün olmadığını ve fikrin içtimai oluşları ve insanı ele alış, değerlendiriş tarzındaki sakatlıkların metoda da aksettiğini müşahade etmek mümkün olmaktadır. Eğer, Marksizm’in içtimai olayları ele alıp değerlendiriş tarzı doğru olsaydı, o zaman, içtimai gerçekler şartı da gerçekleşmiş olacak Marksist metotlar bu kadar değişikliğe uğramadan daha büyük başarıya ulaşabilecekti.
Türkiye için düşünülen bir milliyetçi hareketin yöntemi araştırılırken de ayni noktalardan hareket etmek zorundayız.
Bu noktalar, a) fikrimizin bünyesinden gelen metodik düşünceler, b) tarihi ve hali hazır gerçeğimizden doğan metodik düşüncelerdir. Önce, her iki kaynakla da yakın ilgisi olan bir durumun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir: Milliyetçi düşüncenin hali hazır düzenimiz içindeki yeri nedir, bu düşüncenin vadettiği gelecek ile yaşadığımız gerçeğin ve onun yönelmiş olduğu geleceğin iştirakleri ne ölçüdedir ve hangi noktalardandır? Bu soru çevresinde kümelenebilecek daha başka soruların da cevaplandırılabilmesi için, düzen mefhumunun kısa ve genel bir açıklaması ile meseleye girilmelidir.
Düzeni; a) Hukukî düzen b) Ahlâkî düzen, c) Fiili düzen diye üç başlık altında ele alırsak, hem meseleyi kolaylaştırmış, hem de senelerden beri bir kelime üstünde dönen spekülasyonlardan korunmuş oluruz. Hukuki düzen, cemiyetin bir devlet olarak teşkilatlanışının hukuki görünüşünü ifade eder. Bu, fertlerin diğer fertlerle ve devletle ve devletin diğer devletlerle olan münasebetlerini düzenleyen kuralların mecmuasıdır. Diğer bir deyişle, cemiyetin hukuki statüsü, cemiyet ve devlet hayatına hakim prensip- lerin bütünüdür. Ahlâkî düzen, o cemiyette inanılan ve bütünlük arzeden değerler manzumesidir.
Buna, vatandaşlık ahlâkından, vazife ahlâkına, aşk ahlâkına kadar varan bütün değerler sahası dahildir. Bu haliyle ahlâkî düzen hukuki düzeni aşan, onu kavrayan bir değerler sahasıdır. Fiili düzen ise, hareket halindeki cemiyet ve devlet hayatının fiili halidir. Yürüyen devlet ve cemiyet hayatının müşahadesi ile kavradığımız düzendir.
İdeal bir cemiyette bu üç düzen arasında herhangi bir çelişme söz konusu değildir. Ahlâki düzen genel tayin edicidir ve hukuki düzenin bu değerlere aykırı unsurlar ihtiva etmesi mümkün değildir. İdeal bir cemiyette, hukuki düzen, milli örf ve geleneklerin, ahlâkî değerlerin hukuki bir statü olarak tezahüründen ibaret olduğundan, bu değerler arasında çatışma da tabii olarak söz konusu olamaz. Fiili düzene gelince, yine ideal bir cemiyette bu, ahlâkî düzenin fiil olarak gerçekleşişidir. Çünkü inanmak, inancını hayata hakim kılmak demektir. Ahlâkî değerler insan kafasının konforu için değil, yaşanmak içindir.
Cemiyetimiz uzun bir süreden beri, ideal olmak bir yana, fevkalâde anormal haller içinde çalkalandığından, milliyetçi düşüncenin durumunu bu üç düzen açısından ayrı ayrı ele almak gerekmektedir. Çünkü, artık cemiyetimizde, yaşanan inanılan, inanılan maddi müeyyidelerle hukuk diye karşımıza çıkan değildir. Bu üç düzenin daimi çatışma halinde oluşu bir yana, hukuk düzeni kendi içinde çelişmelere düşmüş, ahlâki değerler bütünlüğünü kaybedip parçalanmış, fiilî düzen rezilce bir başıboşluk içinde anarşiye dönmüştür.
Milliyetçi düşünce her üç noktadan da düzene karşıdır. O, hali hazıra nazaran değişik değerlerin ve bu değerleri sistemleştirip hakim kılacak yeni bir düzenin savunucusu olduğu için, mevcut düzen bakımından koruyucu değil değiştiricidir. Milliyetçi düşüncenin muhafazakârlığı, kendi değerleri bakı- mından ve kendi sistem bütünlüğü içindedir. O, kendi düzenini cemiyete, devlete ve ölçülerini insanlarına hakim kıldığı gün, tavır bakımından da muhafazakâr olacaktır. Bu ise, eşyanın tabiatından gelen bir husustur; anarşist bir düzen hariç eğer böyle bir düzen olabilirse her düzen yaşamak için kendi değerlerini korumak ve güçlendirmek zorundadır.
Milliyetçi, düşünce mevcut ahlâki düzene karşıdır. Bu düzen, bütün milli eğitim müesseselerinde ve sair kültür vasıtalarında işlenen şekli ile lâik ahlâk diye isimlendirilmektedir. Laik ahlâk nedir; bu ahlâkî değerlerin menşei nedir, teşekkülü nasıl olur, değerlerinin muhtevası neye göre taayyün eder, sosyolojik bakımdan böyle bir ahlâk imkânı var mıdır? Konumuzun fazlaca dışına taşacağından benzeri soruların tartışmasına girmeyeceğiz. Ele aldığımız mesele bakımından belirtelim ki, milliyetçi, üstün bir kaynak ve dayanağı olmayan ahlakın olamayacağını, varlık iddia ve propagandalarının ise, fiiliyatta, tam bir içgüdüler hâkimiyeti olarak ortaya çıktığını bilir. Bunun içindir ki lâik ahlâkçılar, cemiyetteki bir milliyetçiye göre ahlâksızlığın, materyalizmin, içgüdü kudurganlığının fikriyatını yapmaktan, daha açık bir deyişle bunlara kılıf aramaktan başka bir şey yapamazlar.
Milliyetçi ahlâk İslâmidir; kaynak itibariyle ilâhidir ve kuralları milli seciyemizin bu ilâhi öz ile tarih içindeki yoğruluşundan teşekkül etmiştir. Milliyetçi düşünce, bu ahlâkı ferde ve cemiyete hakim kılacaktır.
Mevcut hukuki düzenimiz gayri millidir; cemiyetimizin tarihi seyir içindeki zaruretlerinden ve milli yönelişlerden de
Evvelki yazımızda, belli bir kültür çevresi içinde kavgası yapılan belli bir fikrin gerçekleştirildiğini söylemiş, milliyetçi düşünce ve hareketin mevcut düzenimiz karşısındaki yerini ve tavrını tesbit etmeğe çalışmıştık. Bu yazımızda daha çok, fikrin bünyesinden gelen prensipleri araştıracak uçlara ulaşmağa çalışacağız. Daha önce, fikrin insan ve cemiyete bakış ve değerlendiriş tarzının, metodu da tabii olarak etkilediğini söylediğimiz hatırlanırsa, milliyetçi düşüncenin insana ve içtimai olaylara bakışından etraflıca bahsetmek gerektiği düşünülebilir. Ancak bu, konumuzu fazlaca genişle

şiddetle hissettiren içtimai vakıadır. O, cemaatin devlet kurma seviyesine gelmiş olanıdır; aralarında mahiyet değil, dere- ce farkı vardır. Bu bakımdan da, fikir olarak hangi asra mal edilirse edilsin millet, tarihi realitelerin en eski ve sürekli olanıdır. Bunun için de, uyandırılmış bir milli şuur hiç bir zümrevî heyecanın ulaşamayacağı süreklilik ve yoğunluk içinde olur. Ferdin zümreye bağlanışının mahiyeti icabı zümrevi heyecanlar süreksizdir ve yoğunluğunu daima muhafaza edemez; ancak ani patlamalar gös- terebilir. Hiç bir devirde zümrevi heyecanlar milli şuura mukavemet edememişlerdir. Son asırda en güçlü şuur olarak takdim edilen sınıf şuurunun milli şuur karşısındaki hezimeti bunun en açık delilidir. Birinci Harb esnasında, kuvvetli bir zümre şuuru içinde, kendi sınıflarının kavgasını yapan işçi sınıfının komünistlerin bütün gayretlerine rağmen, milli sınırların müdaafasına koşması ve kendi sınıflarından insanlarla döğüşmesi, noksansız bir misaldir.
Milliyetçi hareket ferde hitap ederken, onu fikrin şuuruna kavuşturmak, heyecanını duyurmak ve getireceği değerleri bir hareket prensibi olarak yaşatmak gayesini güder. Hareketi, bu vasıflara sahip olan fertlerin teşkil ettiği kadrolar yönetir ve milliyetçi fikrin iktidarından sonra da, milletin bütün fertlerini bu üstün vasıflara sahip insanlar haline getirmek temel bir politika olarak gerçekleştirilmeye devam edilir. Burada dâva adamı mefhumu ile karşılaşmaktayız. Bunlar, mücadeleyi omuzlayıp başarıya götürecek ehliyet ve vasıflara sahip ve bu kavgaya talip olan kimselerdir.
*
Dâva adamı, karşı olduğu nizam içinde getireceği nizamın ölçülerini yaşayan insandır. Dava adamının, bir fikrin mücadelesini yapıyor olmaktan ve sahip olduğu fikrin bünyesinden gelen bazı vasıfları vardır. Bir kere, getireceği düzenin muhtevası ne olursa olsun, mevcut düzene karşı olmanın rizikolarını göze almıştır. Bu bakımından idealist olmak, kendi menfaatlerini çiğneyip geçe bilecek güçte olmak zorundadır. Mücadelesini yaptığı düzene inancı tam olmalı ve bunun heyecanımı sürekli bir hal olarak yaşamalıdır. Her sistemin bir ahlakı vardır. Bütün içtimai, siyasi ve iktisadi düzenler, getirdikleri bir temel ahlâk zerine kurulurlar. Dâva adamı getireceği düzenin ahlâkını yaşamak, bu ahlâkın disiplinini ruhuna sindirmek zorundadır iri, başarı halinde hakim kalınan düzenin geleceği de, topyekûn milletin bu hali yaşamasına bağlıdır.
Sahip olunan fikrin bünye sinden gelen dava adamlığı vasıfları tabii olarak her fikre göre değişir. Komünist bir inkılâbın mücadelesini yapanlar için aslolan, komünist ahlâkı yaşamaktır. Mülkiyet hırsızlıktır temel ölçüsüne dayanan bir düzenin kavgasını yapan insan istihsal vasıtalarından birisine sa- hipse, o dâva adamı değil sahtekârdır. Rus ihtilalinin önde gelen isimleri bu vasıflara sahip insanlardı. Bir başka nizamın ahlâk ölçülerine göre bir hayat yaşamış olsalar da kendi düzenlerinin ahlâkına aykırı hareket etmemiş, bu düzenin namusuna sahip çıkmış insanlardı. Hitler, daha mücadelesinin ilk yıllarından itibaren, nasyonal sosyalist düzenin ahlâkını büyük bir hassasiyetle yaşamaya başlamıştır. Hitlerin etrafında çerçevelenen kadro da ayni hassasiyet içindedir. Nasyonel sosyalizmin henüz Almanya'ya hâkim olmasının çok uzak olduğu yıllardan itibaren nazi mücadele guruplarına mensup olanlar, nazi ahlâkının gerektirdiği bütün vasıflara dikkatle sahip olmaya çalışmışlardır. Bu hassasiyet ve dikkatli tavırlardır ki Alman nazi ruhunu teşekkül ettirmiş ve fikrin zaferinden sonra da Alman ayni ruhu, bütün bir milletine hakim kılmak imkânını temin etmiştir. Korkak, pısırık, hayat karşısında çelimsiz insanlar, bir milletin dünya hakimiyeti idealini omuzlarında taşıyamazlar. Ahlâksız, menfaatperest insanlar ahlâk ve faziletin mücadelesini yapamazlar; onlar ancak ahlâksızlığın vaadettiği başarı yollarında yürüyebilirler. Fransız ihtilalinin kadrosu içinde, hırsızlıktan cinsî sapıklığa kadar ahlâksızlığın en rezil çukurlarında yüzen insanlar vardı. Ama Fransız ihtilâli, bu halleri ahlâksızlık telâkki eden bir ahlâki düzen vaad etmiyordu. Nitekim getirdiği düzen de, kilise ahlâkını, dini ve devlet geleneğini yıkan bir düzen oldu. Hazırlayıcılar kadrosundan sonra Ruso, vaad edilen ahlâk tipinin bir örneği oldu ve bunu itirafları ile açıkladı.
Burada, ne yazık ki, Türk inkılâpları hakkında da aynı hali tesbit etmek zorunda kalıyoruz. Bu inkılâpların kadrosundan Dr. Rıza Nur'un hayat ve hatıratı, yeni düzenin halini de, istikbalini de açıkça tayin eder niteliktedir.
Tarihi inkılâpların en büyüğü olan İslâm inkılâbından da bahsedelim: Hz. Peygamber, Allah'ın en sevgili kulu olmaktan gelen rüçhaniyetiyle, Peygamber olmadan önceki kırk yılı içinde de tam İslam şeraiti üz- re yaşamıştır. O'nun bu devresinde, sonradan nazil olacak, İslami ölçülere uymayan tek tavır ve hareketi gösterilemez.
Bu, bütün mücadeleciler için ilahi bir hikmet ve dâva adamlığının tam da peygambercesidir. İlahi hükümlerin nüzulünden itibaren ilk müslümanlar, küfrün ortasında İslam’ı yaşamaya başlamışlardır. Mekke’nin şartları ne olursa olsun, İslâm ahlâkından taviz verilmemiştir. Gerektiğinde başka yerlere ve nihayet Medine'ye göç edilmiştir ama, İslâm ahlâkı yaşana yaşana ve hiçbir şey feda edilmeksizin.. Dâva adamı, dünya ne isterse istesin, ben bunu istiyorum diyen adamdır. O, cemiyetin akışına karşı göğüs geren ve bu yüzden kendisini bekleyen çilelere hazır olan insandır. Reddettiği düzen tarafından istihkârla, zulümle karşılanacağını bilen, gerektiğinde gülünç olmayı göze alabilendir. Velhasıl o, güneşi bir eline ayı öbür eline verseler davasından dönmeyecek olandır.
Gerçekten yeni bir nizamın kavgasını yapanlar için başarı her zaman güçtür ama, dâva adamı vasıflarına sahipseler, muhakkaktır. Bugün, rahatlarından hiç bir şey feda etmeksizin düzeni değiştirmek sevdasında olanlar kendileri ile beraber milleti de aldatmaya çalışanlardır. Milliyetçi hareket için de bu böyledir. Allah'ın, Peygamberine bile, savaşlara girip çıkmadan, dişi kırılıp, mağarada korkulu anlar yaşayıp mücadelesine devam etmeden başarı vermediğini hatırlamak istemeyen rahat severler böyle bir göreve talip olamazlar.
Milliyetçi düşüncenin dâva adamı da, bütün diğerleri gibi vaadettiği gelecek düzenin ölçüleri içinde yaşamak zorundadır. Daha önceki yazımızda, milliyetçi düşüncenin mevcut hukuki, fiili ve ahlâki düzen karşısındaki durumunu araştırmış ve hepsi ile çatışır vaziyetde olduğunu tesbit etmiştik. Bu hale göre milliyetçi dâva adamı cemiyetle sürekli bir çatışma halindedir. O, bu cemiyet içinde yaşayan ama bu düzenin kurallarına uymayan, çatışma halin de daima kendi düzeninin emrettiği hareket tarzını seçen kimsedir.
-
Burada tarihi müşahadenin tesbit ettiği bir hususiyetten de bahsetmek gerekir. Türk İslâm tarihinde, amelsiz ahlâk nazariyatçısı yoktur. Avrupa düşünce ve içtimai tarihinde bol örneklerine rastlanabilen, ahlâk nazariyatçısı ve ahlâk yaşayıcısı ikiliği Türk İslâm tarihinde yoktur. Bizim tarihimizde, İlâhi emirlerin tayin ettiği ahlâkî özü tartışanlar, onu sistemleştirmeğe uğraşanlar, ayni zamanda bu ahlâki en büyük hassasiyetle yaşayanlardır. Milliyetçi düşünce ve düzen üstüne söz söyleyenler, bu noktayı gözden kaçırmamak zorundadır.
*
Her hareket gibi, milliyetçi hareketin de, dâva adamı vasıflarına sahip bir kadro tarafından başarıya ulaştırabileceğini söylemiştik. Mevcut düzen içinde bir kadro teşkili zarureti, dâva adamının taşıdığı hususiyetler dolayısıyla bizi, cemaat hayatı meselesine götürür.
Dâva adamı kendi nefsine kabul ettiremediği değerleri, kendi hayatına hakim kılamadığı ölçüleri cemiyete de kabul ettiremez. Halbuki onun kavgası, insanlara yeni bir takım değerleri kabul ettirip yaşatmak ve cemiyete yeni bir düzeni hakim kılmaktır. Daha önce de söylediğimiz gibi, İslâm - Türk tarihinde ahlâk vaazı ve ahlâk kahramanı yaşayıcısı ikiliği görülmemiştir. Bunun için, cemiyet fiilen ve telâkkileri itibariyle hangi istikamette bulunursa bulunsun, mücadele adam hayatını kendi değerlerine göre tanzim ederek yaşayacaktır. Tek başına yola çıkmış bir dava adamı için ise, sözünü ettiğimiz vasıflara sahip olmak ve cemiyete rağmen bunları muhafaza etmek hemen hemen imkânsızdır.
İçtimai çevre, ferdi davranışlara şiddetle tesir eden ve ona hakim karakterini veren bir mahiyet arzeder. Radyo, tiyatro, basın, okul, ulaştırma imkânları gibi kültür hareketlerini hızlandıran vasıtaların bugünkü gelişmesi, cemiyetin fert üzerindeki bu baskısını, geçmişe nazaran çok daha artırmıştır. O kadar ki, asrımızda, içtimai muayyeniyet karşısında ferdin irade hürriyeti ikinci planda mütalâa edilmeye başlanmış ve bazı Avrupa ülkelerinde, ceza kanunlarının, bu düşüncenin ışığı altında yeniden tanzimi yolu tutulmuştur. Bu zorlayıcı çevre için de ferdin, cemiyete hakim davranış tarzlarının dışına taşabil- mesi, patolojik suçluluk halleri müstesna, büyük bir idealizm ve buna bağlı olarak da, fevkalâde bir irade gücü ister. Cumhuriyetten bu yana girişilen milliyetçi hareketlerdeki eleman bakımından karşılaşılan hazin durum ve başarısızlıklar tek tek fertlerin cemiyet karşısındaki yıkılışından başka bir şey değildir. Üniversite çağında milli heyecanlarla beslenen büyük idealizm, o çağın verdiği coşkunluk içinde ve mekteplerde toplu halde bulunmanın verdiği imkânla mezuniyete kadar sürmekte ve fakat mezuniyetle birlikte her şey bitmektedir. Üniversitenin idealist mücadelecileri, şimdi, tek tek insanlar olarak cemiyete karşı boğuşmak yani, her biri Şanso Pansosuz birer Don Kişot olmak zorundadır. Bu yolda alınan en büyük merhale ise kendini aldatmak olmaktadır. Cemiyet onlara her gün bir tavrını kabul ettirmekte, her yeni gün şahsiyetlerinden bir parça koparmakta, onları ezip, eritip tam kendi tipleri haline sokmakta ama onlar, çoğu zaman bunun farkına bile varamamaktadırlar. Bir çok iyi niyetliler, aslında karşı oldukları düzenin tam bir prototipi haline geldikleri halde, halâ ayni idealizm içinde ve binbir meşakkatle, mücadeleye devam ettiklerine samimiyetle inanan anormal tipler haline gelmekte- dir. Bunlar da dâva kurbanlarıdır, hoş görülüp ellerinden tutulacak insanlardır, ama hepsi o kadar. Büyük dâvalar yıkılmayacak, tükenmeyecek dâva adamları isterler.
Bu şartlar altında, inanç, düşünce ve davranış şekilleri, cemiyette fiilen hakim olan düzenle çatışan ve getirmek istediği düzeni önce nefsinde yaşamak zorunda olan mücadele adamları için, bu sosyal muhitin mümkün olduğu kadar dışında ve kendi değerlerinin hakim olduğu bir çevrede yaşamaları zaruret hükmünde görünmektedir. Ferdin, dâva adamı olarak yetişebilmesi ve bu vasıflarını muhafaza edebilmesi için, kendisini sosyal baskıdan imkân nisbetinde kurtaracak bir muhite ihtiyacı vardır. Bu muhit, bir cemaat hayatının yaşandığı çevredir.
Cemaat hayatından murat, belli bir değerler - inançlar, düşünceler, davranışlar sisteminin hakim olduğu bir sosyal muhit teşkil etmektir. Bu çevre, harice karşı mümkün olduğu kadar kapanacak ve mensupları arasındaki münasebetleri azamiye çıkararak onlara, kendi değerleri istikametinde alışkanlıklar kazandıracaktır. Bu içinde, kendisini daima diğer mensuplarla maddi ve manevi birlik içinde hisseden ferdin ü- zerindeki sosyal baskı hafifleyecektir. Kendi sosyetesinin birlik şuurunu düşünce ve davranışla- rı yoluyla sürekli olarak uyanık tutan mensup, kendisini cemiyet karşısında yalnız hissetmiyecektir. Yabancı düzenin sosyal baskısı, karşısında tek tek fertleri değil ayni değerleri yaşayan insanların teşkil ettiği bir topluluğu bulacağı için, bu baskının tek tek fertlere intikâli çok daha hafif olacaktır. Fert, kendisi gibi düşünen inanan, yaşayan insanlarla omuz omuza olmanın kazandırdığı güçle, yabancı dü- zene karşı daha emin, daha pervasız olabilecektir, kendisini hiç bir zaman yalnız hissetmiyecektir.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, cemiyet içinde yaşayan insan, her gün tesis ettiği yüzlerce münasebetin ve farkına bile varmadan kendisini teslim ettiği alışkanlıkları tabii sonucu olarak, fiili düzene hakim olan mantığa intibak eder. Ve artık davranışlarını, değerlendirmelerini bu mantığın ka- bul ettirdiği ölçülere göre yapar. Halbuki, dâva adamı, yeni bir düzenin mantığını hakim kılmak ve bunu önce kendisi yaşamak zorunda olan kimsedir. Bunun için de tasavvuf erbabının her türlü ilgiden sıyrılarak, sürekli bir zikir ve ibadet halinde tabiat mantığından kurtulup ilâhi mantığa intibak etme gayretleri gibi, mücadele adamları da kendi sosyetelerinde teşekkül edecek sosyal kontrol, mensuplar arasındaki kesif münasebetler, teşekkül edecek alışkanlıklar, tatbik edilecek eğitim çalışmaları ile, cemiyetteki fiili düzenin teşekkül ettirdiği sosyal mantıktan kurtulacak ve kendi değerinin fiili hal ola- rak yaşanmasından doğacak mantığa sahip olacaklardır. Bu müşterek sosyete, duygu, düşünce ve davranışlardaki iştiraki, kurulmak istenen düzenin gerektirdiği istikamette gerçekleştirecektir.
Ayni mantığın sahibi olamamış insanları müşterek bir mücadele içinde başarılı bir şekilde yan yana olabilmeleri, bir kadro teşkil edebilmeleri mümkün değildir. Bu güne kadarki milliyetçi çıkışlarda kuvvetli bir birlik ve kadro teşkil edilmeyişinin sebebini, fikir ayrılıklarında değil bu mantık ve davranış ayrılıklarında aramak da- da doğrudur. Ayrı ayrı meslek ve içtimai muhitlerden gelen bu insanlar, müşterek bir dâva terbiyesinden geçmemiş, içinde bulundukları meslek ve içtimai muhit kendilerine hangi şekli vermişse o halleri ile mücadeleye girmektedirler. Bunun için de, zaman zaman bütün iyi ni- yetlerine rağmen saflarımı düzgün tutamamakta, adımlarını birbirlerine uyduramamaktadırlar. Bir hareketin kadrosundaki bu anlaşmazlık ise, başarısızlık için yetip de artacak nitelikte bir sebeptir.
Ahlâki kurallar yaşanmaktan çıkıp, sırf konuşulan, nazariyesi yapılan şeyler haline geldikçe, katılaşır ve canlılığını yitirirler. Yaşanmaması halinde ahlâki özün unutularak, sırf muayyen bir devre ait davranış şekillerinin birer kalıp olarak zihinlerde muhafaza edilmesi tehlikesi vardır. Bu ise gelecek düzen bakımından ciddi bir tehlikedir. Çünkü, aslolan, ahlâki özün muhafazası ve değerlerin zaman ve şartlara göre en uygun davranış biçimleri şeklinde gerçekleştirilmesidir. Getirilmek istenen düzenin değerleri sırf inanılan şeyler olarak kaldıkça, muayyen davranış biçimleri olarak kalıplaşır ve katılaşırlar. Sonradan, bu davranış biçimlerini içtimai hayatın akışındaki hareketliliğe intibak ettirmek hayli güçtür, başarı şansını azaltır. Cemaat hayatı bu tehlikeyi de önleyecek niteliktedir. Getirilmek istenen düzenin küçük bir örneği cemaat çevresi içinde yaşandığı için, ahlâki öz daima muayyen davranışlar şeklinde içtimai oluş ve değişmelerle irtibat halinde olacağından, hayattan kopmayacak, canlılığını kaybedip kuru inançlar halinde kalmayacaktır. Milliyetçi hareketin büyük inkılâbı, cemaat çevresi içinde yaşanan düzenin bütün bir cemiyette hakim kılınması ile gerçekleşmiş olacaktır.

Ziyaret -> Toplam : 119,05 M - Bugn : 178360

ulkucudunya@ulkucudunya.com