« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

07 Eki

2024

Kristof Kolomb Ve Amerika’nın Keşfi

Ahmet Meral 01 Ocak 1970

Kolomb (1451-1506), İtalya’nın en güzel sahil kentlerinden Cenova’da doğmuş ve gençliği, tutkuyla bağlı olduğu denizlerde ve denizci aileleri arasında geçmişti. Haçlı seferleri sonrasında İtalya liman kentlerinde belirgin bir biçimde artan coğrafî bilgi; denizlere merakı artırmış, deniz ticaretine, bilhassa doğunun zenginliklerine ulaşma arzusunu kamçılamıştı. Öte yandan Portekizli ünlü denizci Prens Henry’nin denizciliğin gelişmesi adına göstermiş olduğu çabalar, büyük keşifler için son derece belirleyici olmuştu. Henry’nin; coğrafî bilginin toplanmasındaki katkıları, Atlas Okyanusu’na ve Batı Afrika sahillerine ticarî getirisi yüksek seferler için birçok denizciyi teşvik etmesi ve maddî açıdan desteklemesi, keşifleri cesaretlendirici olmuştur. Bu durum maceracı Kaptan Kolomb’un ve kendisi gibi denizci olan kardeşlerinin de ilgisini çekmekteydi. Kolomb, evlendikten sonra Portekiz’e yerleşmiş, denizciliğe olan merakı artarak devam etmiş ve denizaşırı ticaretin kendisine ne denli hayat konforu sunabileceğinin farkına varmıştı. Kayınpederinin, Prens Henry’nin kaptanlarından birisi olması da sefer öncesi birikimlerini artırmaktaydı.

Kristof Kolomb, Amerika’nın keşfiyle sonuçlanacak seferine çıkmadan önce, oldukça kapsamlı bir coğrafî bilgiye, gemi teknolojisiyle ilgili geniş bir birikime ve seferin maddî yükünü çekecek siyasî ve malî desteğe sahipti.

Orta Çağ seyyahlarına ait birçok eserden haberdar olan Kolomb, Romalı devlet adamı Plinis’un «Naturalis Historia»sını (Tabiat Tarihi) Yunanlı bilim adamı Batlamyus’un «Coğrafya»sını, Marco Polo’nun «Seyahatler»ini, Cambrai piskoposu ve Paris Üniversitesi rektörü Pierre d’Ailly’nin 1420 yılında yazdığı «Image Mundi» (Dünyanın Görünümü) adlı kitabını okumuştu. Ayrıca Floransalı hümanist, doktor, astronom ve matematikçi Paolo dal Pozzo Toscanelli (1397-1482) ile de temas içindeydi. Nitekim Toscanelli ölümünden bir müddet önce hazırlamış olduğu haritayı yeni coğrafî bilgiler içeren mektubuyla Kolomb’a yollamıştı.Toscanelli mektubunda batıya yapılacak bir seferin baharat, altın ve gümüş ile «hıristiyanlara karşı çok büyük dostluk duyguları besleyen insanlarla tanışmayı va’dettiğini» ifade etmekteydi.1

Kısacası Kolomb’u doğunun akla hayale sığmayacak kadar büyük olduğu düşünülen zenginliklerine kestirme yoldan ulaştıracak her türlü motivasyon mevcuttu.

Aslında İspanyol ve Portekizli denizciler, uzun süreden beri Atlantik açıklarını yoklayarak, Hindistan’a Güney Afrika’dan dolaşıp ulaşacak bir yol araştırıyordu. Kolomb, bu maceraya atılmadan önce Atlantik yolculuğunda kendisine malî yardım yapması ve insan gücüyle desteklemesi için ilk girişimini Portekiz Kralı II. Juan’a müracaat ederek yapmıştı. Ancak Prens Henry’nin de akrabası olan II. Juan, Kolomb’u lâfazan biri olarak değerlendirmiş, girişimini hayalci ve sefer projesini de masraflı bulmuştu. Kolomb, 1486 yılındaki bu başarısız girişiminden sonra da yılmadı, sefer konusunda kendisine destek olması için İspanya’ya yöneldi. Ancak Kastilya Kraliçesi İzabellâ’yı da kendisine destek vermesi için ikna edememişti. Nihayet İzabellâ; Granada’nın müslümanlardan alınması ve İber Yarımadası’nda kendilerine zarar verebilecek tehdit unsurunun ortadan kalkmasından sonra, 1492 yılında Hıristiyanlığı yaymak, müslümanlara Asya’da da zarar vermek amacıyla bu masraflı sefer için izin verdi. Hıristiyanlığı yaymak bu seferin dînî meşrûiyetini oluşturmaktaydı.

BÜYÜK KEŞFE YOLCULUK

Böylece 3 Ağustos 1492 tarihinde Kolomb’un komutasında İspanya’nın Palos Limanı’ndan Santa Maria, Pinta, ve Nina adlarındaki üç gemi 88 kişilik mürettebatıyla «Karanlıklar Denizi»ne yani Atlas Okyanusu’na açılmış oldu. Sandıklarında birçok kitabın yanı sıra Çin ipeği de bulunmaktaydı. Yolculuğun Çin’e kadar uzanacağı, sarayda Arapça bilen birileri olacağı gerekçesiyle Arapça bilen bir İspanyol da kafileye dâhil edilmişti.

Kafile, Atlas Okyanusu’ndan batıya açılmış ancak on hafta geçmesine rağmen herhangi bir kara parçasına rastlanamamıştı. Bu durum tayfalar arasında huzursuzluk ve isyana varan gerginliğe yol açtı. Nihayet 12 Ekim’de Kolomb’un daha sonra «San Salvador» adını vereceği ada karşılarına çıktı.

Asya yakınlarında bir adaya çıktığına inanan Kolomb, adada yaşayan Taino halkını Hintli anlamına gelen «İndian» olarak tanımladı. Aralarında Haiti’nin de bulunduğu irili ufaklı birçok adayı keşfetti ve İspanyol bayrağı çektiği adaların eşsiz güzelliklerini seyir defterine şöyle kaydetti:

“Irmaktan yukarı ilerlerken ağaç topluluklarını görmek, serinliğin, pırıl pırıl akan suyun, kuşların, görünümdeki iç açıcılığın tadına varmak olağanüstü bir şeydi gerçekten; bu topraklardaki her şey gerçekten olağanüstü. Bu ülkede ne gibi yararlar sağlanabileceğini yazmama gerek yok. Ama şurası kesin ki, bütün bu gördüğümüz topraklarda inanılmaz zenginlikler yatıyor. Toprak çok verimli, göz alabildiğine uzanan alanlarda namey yetiştiriyorlar; dağlarda, büyük ağaçlar hâlinde kendiliğinden bitiyor. Bin bir türlü meyve var, tek tek anlatmam imkânsız. Hepsi de çok yararlı olsa gerek.

Ayrıca her yerin çok bakımlı, güzel ekilmiş olduğunu söylüyorlardı. Vadinin ortasında çok geniş bir ırmak varmış, suyu öyle bol, öyle gürmüş ki bütün yöreyi sulamaya yetermiş. Yemyeşil bütün ağaçlar, meyve yüklüymüş. Yollar çok geniş, çok bakımlıymış. Hava Kastilya’nın Nisan ayındakine benziyormuş. Her yer bülbül sesleri, küçük kuş sesleri içindeymiş, tam İspanya’nın Nisan ayındaki gibi. Yeryüzünde bundan daha hoş sesler olamaz, dediler. Yer çok yüksek. Ama en yüksek dağın tepesi bile, ekip biçmeye elverişli düzlüklerden, vadilerden oluşmuş. Güzelliğine, zenginliğine gelince; Kastilya’nın hiçbir bölgesi burasıyla aşık atamaz. Hispaniola ülkesi öyle verimli, öyle zengin ki övmeye dil yetmez, görülmedikçe de anlaşılmaz. (…) Genç bir çocuk, ölçülemeyecek kadar önemli birkaç yer buldu; gördüğü ırmakları sayıp döktü bize; sularında öyle zenginlikler akıyormuş ki inanamayacaksınız, dedi. Bu adaların üstüne yok; dağlarıyla, tepeleriyle, akarsularıyla, vadileriyle eşsiz güzellikteler… Yeryüzünün güneş altındaki hiçbir yerinde buralardan daha güzeli, daha görkemlisi bulunamaz. İlk üç yıl için buraya, adanın ve altın ırmaklarının güvenliğini sağlayacak bin adam yerleştirmek çok uygundur: yüz de atlı adamımız olsa zararlı değil kârlı çıkarız bu işte.”2

Kolomb’un, iştah kabartan bu tasvirlerinin yanında, batılıların sömürgecilik rûhunu en net bir biçimde tasvir eden gezi notları, mazlum ve savunmasız yerlileri gelecek asırda hangi büyük fâciaların beklediğini haber vermekteydi:

“Bunlar pek yumuşak başlı, pek ürkek insanlar, daha önce söylediğim gibi hepsi de çıplak. Ne silâhları var ne de kanunları. Köylerinde de ne disiplin varmış, ne de örgütlenme… Bunlar kötülük nedir bilmeyen insanlar, hem de hiç savaşmamışlar… Ben kendim, elimin altındaki üç-beş adamla bütün bu adaları hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan dolaşabilirim. Geçenlerde, adamlarımdan üçünün karaya indiğini, yalnızca şöyle bir görünmeleriyle oradaki bir sürü Hintlinin çil yavrusu gibi dağıldığını gözlerimle gördüm. Adamlar silâh nedir bilmiyor… Savaş inceliklerinden haberleri yok. Bin kişi gelse bile bizim üç adamımızla baş edemez. Demek istediğim, bunlar buyruk almaya, çalıştırılmaya, ekip biçmeye, yararlı olabilecek her şeyi yapmaya yatkın insanlar. Kentler kurdurabiliriz onlara, bizim gibi giyinmelerini, davranmalarını öğretebiliriz. Daha önceden söylediğim gibi, elimin altındaki az sayıda adamla burayı, Portekiz’den daha büyük, ondan iki kat kalabalık bu adayı kolayca ele geçirebilirim. Halkının hepsi çıplak, silâhsız, öyle de ödlekler ki o kadar olur. Kötülük nedir bilmiyorlar. Öldürmek nedir, düşmanlarını tutsak almak nedir bilmiyorlar. Hiç silâhları yok; öyle ödlekler ki, bizim adamlardan biri şaka olsun diye, yanlarına yaklaşmaya görsün, yüzü birden toz oluyor. İnanmaya açıklar, gökte tek bir Tanrı olduğunu biliyorlar. Gökten geldiğimize kesinlikle inanıyorlar. Kendilerine hangi duâyı öğretirsek öğretelim tekrarlamaya hazırlar, istavroz bile çıkarıyorlar. Bu sabahki gidişim bütün bu ayrıntıları görüp anlayarak siz yüce efendimize rapor hazırlayabilmek, ayrıca bir tabya yeri seçebilmek içindi. Bir ada oluşturur gibi denize sokulan bir dil gördüm, karadan büsbütün ayrılmış değildi, üzerinde de altı ev vardı. Bu çıkıntı iki günlük bir çalışmayla karadan koparılıp bir adaya dönüştürülebilir; ama kendi payıma, bunu pek de gerekli görmüyorum, çünkü bu adamlar çok temiz yürekli ve kesinlikle savaş sanatını bilmiyorlar… Yüce Efendimiz buyruk verselerdi bunların hepsini Kastilya’ya getirebilir, diyelim olmadı, kendi adalarında tutsak tutabilirdik, çünkü bu adamlara gık dedirtmemek ve kendilerinden sağlanmak istenecek her şeyi yaptırabilmek için elli kişi yeter de artar bile. Bunlara en ağır işler gördürülebilir; uyanık adamlar; bakıyorum, dediklerimi hemen tekrarlıyorlar.3

Nihayet Kolomb, esir aldığı birkaç ada yerlisi Taino ile İspanya’ya doğru dönüş yoluna çıktı.

Kolomb, İspanya’da büyük bir coşkuyla karşılandı. Bu ilk sefer yeni seferler için teşvik edici mahiyette idi. Nitekim ikinci sefere binlerce kişi katılmış ancak arzu edilen ve iştah kabartan zenginliklere ulaşma adına hayal kırıklığı oluşmuştu. Kolomb, 1498 yılında üçüncü seferinde Venezuela kıyılarına çıkmış ve Orinoco Irmağı’nın ağzını keşfetmişti. Günlüğüne Tanrı’nın kendisini «yeni dünyanın habercisi» yaptığını not eden büyük kâşif, hâlâ Asya kıtasının yakınlarda bir yerde olduğuna inanıyordu. Kolomb, dördüncü ve son seferinde Orta Amerika kıyılarını yoklamış Çin’e gidebilmek için bir boğaz aramıştı. Yaşlı kurt denizci, bu arayışları sırasında Jamaika’da bir yıl kadar mahsur kalmış, her şeye rağmen İspanya’ya dönmeyi başarmıştı. Dünyanın en etkili denizcisi, büyük destekçisi Kraliçe İzabellâ’nın ölümünden iki yıl sonra 1506 yılında İspanya’da öldü.


Van’ın Hoşap kasabasında dünyaya gelmiş olan ve buna nisbetle Vanî veya Hoşâbî olarak anılan tefsir âlimi, vâiz. Osmanlı fikir ve kültür târihinin yetiştirdiği ve 17. asırda Türk milliyetçiliği bayrağını dalgalandıran büyük şahsiyet. İlk eğitimini Van’da almış, Tebriz, Gence ve Karabağ’da tahsilini sürdürdükten sonra Erzurum’a geçmiştir. 1659 Eylülünde Erzurum Beylerbeyi olarak şehre gelen Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın beğenisini kazanmış, onun sadrâzam olmasıyla birlikte İstanbul’a dâvet edilerek (IV.) Mehmed’in çevresine dâhil olmuştur. Kaynaklarda etkileyici bir hatip olduğundan bahsedilen, Yenicâmi kürsü vâizliği ile pâdişâhın hocası (Hâce-i sultânî) görevlerine getirilen ve sultânın çok sevdiği Mehmed Efendi, II. Viyana kuşatmasına da ordu vâizi olarak katılmış, askerleri şevklendirmek için siperlerde vaazlar vermiştir. Viyana kuşatmasının hezîmetle sonuçlanması netîcesinde, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın isteği doğrultusunda kuşatma için kamuoyunu ve bu işe taraftâr olmayan pâdişâhı iknâ etmek konusunda etkili olması dolayısıyla, Bursa Kestel’e sürgüne gönderildi; fakat bir menfi olarak yaşamaya katlanamayarak burada kısa süre sonra vefât etti.

Vanî Mehmed Efendi fakih – mutasavvıf çekişmelerinin bir tarafıydı. 40 yaşına dek tasavvufla ilgilendiğini; fakat fıkıh kitaplarına yönelince tasavvuf şeyhlerinin yanlış yolda olduklarını anladığını kendi diliyle ifâde etmiştir. Niyâzi-i Mısrî’nin Midilli’ye sürülmesinde, Babaeski’de bir Bektâşî tekkesinin ve Hafsa’daki Kanber Baba Türbesinin yıktırılması ile Mevlevî ve Halfetî dergâhlarının kapatılmasında etkili olduğu bilinmektedir. Üstelik bunu, Mevlevî hayrânı olan bir sultâna yaptırtabilmiş olması da tesir ve iknâ gücünü gösteren güzel bir örnektir. Bu sebeple olsa gerek, pâdişah tarafından kendisine bağışlanan ve onun adıyla Vaniköy olarak anılan Boğaz kıyısından vapurla geçen Mevlevîlerin asırlar sonra bile bu semte arkalarını döndükleri rivâyet edilir. Ayrıca Vanî Mehmed Efendi, 17. asrın tuhaf sîmâlarından biri olan ve dönmelik mezhebinin kurucusu Sabatay Sevi’yi, Sadaret Kaymakamı Mustafa Paşa ile Şeyhülislâm Minkârîzâde Yahya Efendi’nin bulunduğu bir dîvanda yargılamıştır.



Arâ’isü’l-Ķur’ân Ve Nefâ’isi’l-Furkan adlı eserinde Kur’ân kıssalarını tefsîr etmiş, bu meyanda bâzı millî değerlendirmeleri sebebiyle büyük târihçi İsmâil Hâmi Dânişmend tarafından “Osmanlı medresesinin taassup devrinde Türkçülük bayrağını tefsîr ilminin tepesine diken yegâne Türk âlimi” olarak tebcîl edilmiştir. Bu özelliğinden olsa gerek Şemseddin Sâmî’nin Kâmusü’l-a’lâm’ında “Milel-i sâireye karşı olan taassubuyla meşhur” ifâdeleriyle kendisinden bahsettiği Mehmed Efendi, Türk milletini Kur’ân’da adları anılan Yecüc ve Mecüc tâifesi olarak gösteren yorumlara karşı çıkmış, asıl onlara karşı mücâdele eden Zülkarneyn’in Oğuz Kağan olduğuna dâir yorumları tereddütsüz savunmuştur. Ayrıca Mâide sûresinin 54. âyetinde “Ey îman edenler, içinizden kim dininden dönerse Allah — mü’ minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği — bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu, Allahın lûtf u inâyetidir ki onu kime dilerse ona verir. Allah ihsânı bol olan, en çok bilendir.” ifâdeleriyle bahsedilen kavmin “Allah ü Teâlâ’nın av ü inayetiyle hüsn ü tevfîkine istinâden biz deriz ki, bu kavim, Arap kavmine mugâyeret-i tâmme ile mugâyir bulunan Türk kavmidir” yorumuyla Türkler olduğunu belirtmiş, bunun sebebini de “Uzun zamanlardan beri karada ve denizde, Şarkta ve Garpta Rumlar ve Frenklerle mücâhedede bulunan gâzilerin bütün Bizans ülkelerini zaptedip oralarda tavattun etmiş olan Türkler olduğunu görüyoruz; bu suretle Rum, Ermeni ve Gürcü ülkeleriyle Frenk memleketlerinin bazıları ve Rus diyarının bir kısmı, Türk memleketi hâline gelmiş, Türk dili oralarda taammüm ve intişâr etmiş, Türkler tarafından bu memleketlerde İslâm ahkâmı tatbik ve icrâ edilmiş ve Türklerin yümn ü bereketi sâyesinde hıristiyan cemaatlerinin ekserisi İslâm dinini kabûl ederek evvelce Rum, Frenk ve Rus oldukları hâlde bilâhare Türkleşmişlerdir ve bu, Allah’ın Türklere nasib etmiş olduğu bir fazl-ı ilâhîdir.” sözleriyle açıklamıştır.



İsmâil Hâmi Dânişmend, “Türk milliyetinin 17. asırda yetişen bu büyük mübeşşiri”nin vazıh bir Türkçü olduğunu, hakîki Türklüğü Oğuz dairesine ircâ eden, dil ve kültür esaslarını ihmâl etmeyen sıkı bir ırkçılığa istinâd ettiğini belirtmiştir.



Dânişmend, onun, bilhassa bu konudaki fikirleri dolayısıyla celbettiği düşmanlıklar yüzünden sürüldüğünü, bu sebeple “Türk milliyetinin büyük şehidi” olduğunu kaydetmiş, Vanî Mehmed Efendi’yi, Türk medreselerinde Türklük aleyhinde intişâr eden fikirlerin ve taassup karanlığının ortasında doğmuş büyük bir nur olarak tasvîr etmiştir.

Ziyaret -> Toplam : 125,35 M - Bugn : 107620

ulkucudunya@ulkucudunya.com